13 Mart 2019 Çarşamba

Dünyâ Köprüsü ve Âhiret Menzilleri

Muzaffer Efendi Hazretleri, yeni müslüman olmuş Amerikalılara hitâb ettiği bir sohbetlerinde hayâtı bir köprüye teşbîh ederek dünyâ hayâtının fânîliğini îzâh ettikden sonra bu köprüden geçerek âhirete gidenlerin menzillerini şöyle beyân buyurdular :
Hayâtı, bir köprüye benzetmişdik. Yani dünyâya gelenler köprünün bir ucundan giriyorlar, öteki ucundan çıkanlar da âhirete gidiyorlar. Şimdi hep berâber o köprüden gidiyoruz, buna hayât köprüsü diyorlar. Bu köprünün üstünde gülmeler, oynamalar, ev sâhibi olmalar, mal sâhibi olmalar, rütbe sâhibi olmalar, güzellikler, çirkinlikler hep devâm ediyor. Rüyâ görüyoruz, esâsında bir şey yok. Köprünün üzerinde giderken gördüğümüz şeyleri bizim zannediyoruz. Arkadan gelenler de bizi öne doğru itiyorlar. Bu köprüyü kimisi, on günde, kimisi on senede, kimisi yirmi senede, kimisi otuz senede, kimisi elli senede, kimisi altmış senede, kimisi yetmiş senede, haydi biraz daha zorlayalım kimisi seksen senede, doksan senede, biraz daha zorlayalım, yüz ya da yüz on senede geçiyor. Ama mutlakâ oradan geçiyor. Arkadan öne doğru itiyorlar, götürüyorlar, gidiyorsun. Köprünün nihâyetine vardığımızda, bir de gözümüzü açıp bakıyoruz ki, ne elimizde apartman kalmış, ne hân kalmış, ne hamâm kalmış, ne diploma kalmış, ne para kalmış, ne kese kalmış, elimizde hiç bir şey yok, yalnız bunların manâları var.
Köprünün nihâyetine varınca, orada memurlar ortaya çıkıyor ve "Pasaportunu çıkar" diyorlar. Ne pasaportu bu?  Buna îmân pasaportu diyorlar. Bu, ma'nevî pasaport, yani bildiğin dünyâ pasaportu değil. Eğer cebinde pasaportun varsa, çıkarıyorsun, bakıyorlar. O pasaportda bir imzâ daha lâzım. Evvelâ Allah'a inanman lâzım. Seni kim doğurdu? Seni kim doğurtdu? Seni bu âleme kim getirdi, kim besledi, kim büyütdü, kim yedirdi? Sen buraya niye geldin? Buraya isteyerek mi geldin, buradan isteyerek mi gidiyorsun? Söyle bakayım. Yok, ben bu hayât köprüsüne isteyerek binmedim, isteyerek de çıkmıyorum. Öyleyse seni buraya getiren-götüren var demek ki. Peki sen seni buraya getiren götüreni aradın mı? Aradım bildim, buldum. Peki iyi güzel ama bir de O'nun elçileri var. Yani vekilleri, başvekilleri var. O başvekilin imzâsı burada yok. Kim O? Peygambere îman, işte onu arıyorlar. Eğer ikisinin de imzâsı varsa, tamam. Zîrâ o kişi, kendi hilkatinin sebebini aramış, bulmuş, sormuş, öğrenmiş ve kulluk vazîfelerini yerine getirmiş. Hilkatini düşünmüş, nereden geldiğini, nereye gittiğini, niçin geldiğini, niçin gittiğini aramış bulmuş ve kulluk vazîfelerini yapmış. Ve aynı zamanda da Allah'ın şerî'atını, Allah'ın kitâbını, Allah'ın kelâmını insanlara teblîğ eden Peygamber'i de tasdîk etmiş.
 
Efendi Hazretleri, Allah'a inanan, Peygamber'i tasdîk eden ve kulluk vazîfelerini yerine getirenlerin öldüklerinde nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarını da şöyle beyân buyurdular :
Hoş geldin, merhabâ! Sen bütün vazîfelerini yapdın, seni tebrîk ederiz. Sonra ona cennetdeki makâmını gösteriyorlar ve diyorlar ki "Bak görüyor musun? Bu makâm senin ama oraya hemen gidemezsin. Çünkü belli bir müddet beklemek mecbûriyetindesin. Şu sarayda otur ve gideceğin makâmını, cennetdeki köşkünü, sâhib olacağın hûrini, gılmânını, vildânını buradan seyreyle". Ona pırıl pırıl aydınlık, rahat, ferah bir oda verirler. O orada oturur ve gideceği makâmı seyretmeye başlar. 
Efendi Hazretleri Allah'a inanmamış, Peygamber'i tasdîk etmemiş ve kulluk vazîfelerini yerine getirmemiş olanların öldüklerinde nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarını da şöyle beyân buyurdular :
Kimisi de var ki, pasaportu yok. Pasaportu olmayınca zâten altındaki imzâ da olamayacağına göre, onu hemen yakasından yakalarlar. "Gel bakalım buraya! Sen çok büyük bir adamdın, etrâfında adamların vardı, gitdiğin yere yalnız başına gitmezdin, arkanda debdebe ile, dârât ile, insanlarla giderdin. Yani bu büyük bir adamsa, meselâ bir pâdişâh, bir reisicumhur, bir vâli, yani etrâfı geniş, zengin bir adamsa böyledir. Allah'a inanmamış, Peygamber'i tasdîk etmemiş, niçin geldiğini düşünmemiş, nereden geldiğini düşünmemiş, nereye gittiğini düşünmemiş, sebeb-i hilkatini aramamış, bulmamış ve kulluğunu îfâ etmemiş ve oraya çırılçıplak varmış. Eğer züğürtse zâten bir şeyi yok, ne dünyâsı ne âhireti. Hem dünyâda bitli, hem dünyâda çişli, hem âhiretde bomboş, ipiyle kuşağı. Fakat büyük adamsa, "Gel bakalım buraya, yalnız mı geldin! Hani adamların nerede? Hani malın mülkün? Hani tâcın? Hani diplomaların? Zuk inneke ente'l-kerîm. Yani sen büyük adamdın, şimdi tad bakalım Allah'ın azâbını" derler.
Efendi Hazretleri, "Bu anlattıklarımı hikâye gibi dinlemeyin, bunlar mutlaka olacak ve böyle olacakdır" buyurdular. Sonra da cennetlik ve cehennemlik olan iki zümre ile bunlardan ayrı olan üçüncü bir zümrenin ahvâlini şöyle beyân buyurdular : 
Orada soruyorlar, pasaportu tamamsa "Hoşgeldin, safâ geldin" diyorlar bir saraya buyur ediyorlar. "Bak, makâmını, gideceğin yeri gör" diyorlar. Bakdığı zaman cennet-i a'lâda gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, şâirlerin ve hayâlperestlerin lisân ile ifâde edemediği, kalblerin tahattur edemediği, nimetleri görecek.
Hilkatini bilmemiş, Allah'ı tanımamış, hayâtı yalnız yemek, içmek, helâ, bir de hayâl ve emel beslemekle geçirmiş. Hayâtı öyle zannetmiş. Bunları da, orada bir hapishâne var, hemen o hapishâneye kitleyecekler ve diyecekler ki, "Bak şu îdâm sehbâlarını görüyorsun ya, sen mahkemede hükmü yedin, infâzı için burada biraz beklemen lâzım". Bunlar da kâfirlerin bulunduğu yer. Bu âlemden çıkdıkdan sonraki makâmâtı anlatıyorum. 
Üçüncü bir zümre daha var. Bunlar, hilkatlerini bilmişler, Allah'ı sevmişler, Allah bunları sevmiş, Hakk ile Hakk olmuşlardır. Bunlar serbestdir. Cenâb-ı Hakk bunlara der ki, "Gidin, dolaşın, serbestsiniz. Arşın altında bir yer var, orada tavattun ediniz, tâ kıyâmet gününe kadar". İşte bunlar evliyâullahdır, âşıklardır, bunlar serbestdir. İsterlerse dünyâ yüzünde de dolaşırlar, makâmları tahte'l-arşdır yani arşın altındadır.
Cümle halk ehl-i seferdir dünyâ misâfirhânedir
Bir mukîm âdem bulunmaz ne aceb kâşânedir
Share:

0 yorum:

Yorum Gönder