بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اَلرَّحْمنُ عَلّمَ الْقُرْآنَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
فَنَحْمَدُهُ مُصَلّينَ عَلَى نَبِيِّهِ مُحَمَّدٍ الَّذِى اَرْسَلَهُ رَحْمَةً لِلْعَا لَمِينَ وَ جَعَلَ
مُعْجِزَتَهُ الْكُبْرَى الْجَامِعَةُ بِرُمُوزِهَا وَ اِشَارَاتِهَا لِحَقَائِقِ الْكَائِنَاتِ
بَاقِيَةً عَلَى مَرِّ الدُّهُورِ اِلَى يَوْمِ الدِّينِ وَ عَلَى آلِهِ عَامَّةً وَ اَصْحَابِهِ
كَافَّةً
Sâniyen: Kur'andaki anâsır-ı esasiye ve Kur'anın takip ettiği maksadlar; Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile İbadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz.
Sual: Kur'anın şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malûmdur?
Cevab: Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mâzinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti: "Şu garib ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:
Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
sh: » (İ: 13)
Bu suale, benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevabta bulundu:
Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâyı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî'nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur'an-ı Azîmüşşân elimdedir. Şüphen varsa al, oku!
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın verdiği şu cevablar, Kur'andan muktebes ve Kur'an lisanıyla söylenildiğinden; Kur'anın anâsır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.
S: Şu makasıd-ı erbaa, Kur'anın hangi âyetlerinde bulunuyor?
C: O anasır-ı erbaa, Kur'anın heyet-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur'anın surelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü Kur'anın küllü, cüz'lerinde göründüğü gibi; cüz'leri de, Kur'anın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki, Kur'an müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir.
S: بِسْمِ اللّهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّهِ gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır?
C: Evet قُلْ kelimesi, Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. Bu mezkûr ve mukadder olan قُلْ kelimelerine esas olmak üzere بِسْمِ اللّهِ dan evvel قُلْ kelimesi mukadderdir. Yani, "Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve tâlim et." Demek besmelede İlahî ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh şu mukadder olan قُلْ emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü; Resûl olmasaydı,
sh: » (İ: 14)
tebliğ ve tâlime me'mur olmazdı. Kezalik hasrı ifade eden "câr ve mecrur'un takdimi", tevhide îmadır. Ve keza اَلرَّحْمن nizam ve adalete, اَلرَّحِيم de haşre delalet eder. Ve keza اَلْحَمْدُ لِلّهِ daki ( ل ) ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir. رَبِّ الْعَالَمِينَ adaletle nübüvvete remizdir. Çünki terbiye, resûller vasıtasıyla olur. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ zaten sarahaten haşir ve kıyamete delâlet eder.
Ve keza اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ sadefi de, o makasıd-ı erbaa cevherlerini tazammun etmiştir.
بِسْمِ اللّهِ : Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir; başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. بِسْمِ اللّهِ başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor, ikinci bir بِسْمِ اللّهِ daha lâzım değildir. Evet بِسْمِ اللّهِ öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur hiçbir şeye bağlı değildir. Hatta bu nurun "câr ve mecrur"u bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak (ب) harfinden müstefad olan اَسْتَعِينُ veya örfen malûm olan اَتَيَمَّنُ veyahut mukadder olan قُلْ ün istilzam ettiği اِقْرَاْ fiillerinden birine mütealliktir.
İhtar: بِسْمِ اللّهِ daki "câr ve mecrur"a müteallik olarak
sh: » (İ: 15)
mezkur olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlâs ve tevhidi tazammun etsin.
اِسْمْ : Cenab-ı Hakk'ın zâtî isimleri olduğu gibi, fi'lî isimleri de vardır. Bu fi'lî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pekçok nevi'leri vardır.
S- Bu fi'lî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
C- Kudret-i Ezeliyenin kâinattaki mevcudatın nevi'lerine, ferdlerine olan nisbet ve taallûkundan husule gelir. Bu itibarla, بِسْمِ اللّهِ kudret-i ezeliyenin taalluk ve tesirini celbeder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiçbir işini Besmelesiz bırakmasın!
اَللّهُ lâfza-i celali, bütün sıfât-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünki; lâfza-i celâl, Zât-ı Akdes'e delâlet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder; öyle ise, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfât-ı kemaliyeye delâlet eder.
İhtar: Başka ism-i haslarda bu delâlet yoktur. Çünki başka zâtlarda sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmek yoktur.
اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ : Bu iki sıfatın lâfza-i celâlden sonra zikirlerini icab eden münasebetlerden birisi şudur ki: Lâfza-i celâlden celâl silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor. Evet herbir âlemde emir ve nehiy, sevab ve azab, tergib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celâl ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir. İkincisi: Cenab-ı Hakk'ın ismi, Zât-ı Akdes'ine ayn olduğu cihetle; lâfza-i celâl, sıfât-ı ayniyeye işarettir. اَلرَّحِيمِ de, fi'lî olan sıfât-ı gayriyeye îmadır. اَلرَّحْمَنِ dahi, ne ayn ne gayr olan sıfât-ı seb'aya remizdir. Zira Rahman, Rezzak mânasınadır. Rızk, bekaya sebebdir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut
sh: » (İ: 16)
ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müreccihe olmak üzere "İlim, İrade, Kudret" sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, "Basar, Sem', Kelâm" sıfatlarını iktiza eder ki; merzuk istediği zaman, ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şübhesiz birinci sıfatı olan hayatı istilzam ederler.
S- Rahman, büyük nimetlere; Rahîm, küçük nimetlere delalet ettikleri cihetle; Rahîm'in Rahman'dan sonra zikri, yukarıdan aşağıya inmek manasına olan "San'at-üt tedelli" kaidesine dâhildir. Bu ise, belâgatça makbul değildir?
C- Evet kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi; küçük ni'metler de, büyük ni'metlere mütemmimdirler. Bu itibarla mütemmim olan haddizatında küçük de olsa, faideyi ikmal ettiğinden, büyükten daha büyük olması icab eder. Ve keza büyükten beklenilen menfaat, küçüğe mütevakkıf ise; o küçük, büyük sırasına geçer; o büyük dahi, küçük hükmünde kalır. Kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi.
Ve keza bu makam, ni'metlerin tâdâdı veya ni'metler ile imtinan makamı değildir. Ancak insanları, gizli ve küçük ni'metlere tenbih ve ikaz etmek makamıdır. Evvelki makamlardaki "tedellî", şu "tenbih" makamında terakki sayılır. Çünki gizli ve küçük nimetleri insanlara göstermek ve insanları onların vücuduna ikaz etmek, daha lâyık ve daha lâzımdır. Bu itibarla, şu mes'elemizde tedelli değil, terakki vardır.
S: Mebde ve me'haz itibariyle rikkat-ül kalb mânasını ifade eden bu iki sıfatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mâna-yı hakikatlerinin lâzımı ve neticesi olan in'am ve ihsan kasdedilirse, mecazda ne hikmet vardır?
C: Bu iki sıfat, "yed" gibi mâna-yı hakikîleriyle, Cenab-ı Hak hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mâna-yı mecazînin mâna-yı hakikînin lafzıyla, üslûbuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların me'luf ve malûmları olmayan mânaları ve hakikatları zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ "yed"in mâna-yı mecazîsi insanlara me'nus olmadığından, mana-yı hakikînin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi zarureti vardır.
اَلْحَمْدُ : Evvelâ bu kelimeyi mâkabline bağlattıran cihet-i münasebet; "Rahman" "Rahîm"in delâlet ettikleri ni'metlerin hamd ve şükür ile karşılanması lüzumundan ibarettir.
sh: » (İ: 17)
Sâniyen: Şu اَلْحَمْدُ لِلَّهِ cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur'anın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de; Neş'e-i ûlâ ile neş'e-i ûlâda beka, neş'e-i uhra ile neş'e-i uhrada beka nimetlerinden ibarettir.
Sâlisen: Bu cümlenin Kur'anın başlangıcı olan Fâtiha Suresi'ne fâtiha yâni başlangıç yapılması neye binaendir?
C: Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ ferman-ı Celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. اَلْحَمْدُ لِلّهِ ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeğe işarettir.
Râbian: Hamdin en meşhur mânası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi' bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hulâsa olur. Ver her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.
Nitekim Muhyiddin-i Arabî, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى Hadîs-i Şerifinin beyanında: "Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim." demiştir.
لِلّهِ : burada ihtisas içindir. Hamdin Zât-ı Akdes'e has ve münhasır
sh: » (İ: 18)
olduğunu ifade eder. Bu (ل) ın müteallakı olan ihtisas hazf olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlâs ve tevhidi ifade etsin.
İhtar: Müşahhas olan bir şeyin umumî bir mefhum ile mülâhaza edildiğine binaen; Zât-ı Akdes de müşahhas olduğu halde, Vâcib-ül Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.
رَبِّ : Yani herbir cüz'ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz'lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def'eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk'ın terbiyesidir. Evet kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı münferiden ve müçtemian Hâlıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir.'' Yalnız bedbaht insanlar müstesna!''
اَلْعَالَمِينَ : Bu kelimenin sonundaki ين yalnız i'rab alâmetidir, عِشْرِينَ ثَلاَثِينَ gibi. Veya cem' alâmetidir. Çünki âlemin ihtiva ettiği cüz'lerin herbirisi bir âlemdir. Veyahut yalnız manzume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenab-ı Hakk'ın şu gayr-ı mütenahî fezada çok âlemleri vardır. Evet
اَلْحَمْدُ لِلّهِ كَمْ لِلّهِ مِنْ فَلَكٍ { تَجْرِى النُّجُومُ بِهِ وَ الشَّمْسُ وَ الْقَمَرُ
رَاَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ de olduğu gibi, burada da ukalâya mahsus cem' sîgasıyla gayr-ı ukalâ cem'lendirilmiştir. Bu ise, kavaide muhaliftir?
Evet âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belâgatın en makbul bir prensibidir. Zira kâinatın
sh: » (İ: 19)
"âlem" ile tesmiyesi, kâinatın Sâniine olan delâleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh kâinatın uzuvları da Sânia olan delâletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları icabeder. Öyle ise Sâniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sânii i'lam etmelerinden anlaşılır ki; o uzuvlar birer hay, birer âkıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh bu cem'de, kavaide muhalefet yoktur.
اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ : Mâkabliyle bu iki sıfatın nazmını îcab eden şöyle bir münasebet vardır ki; biri menfaatleri celb, diğeri mazarratları def'etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak manasına olanاَلرَّحْمنِ birinci esasa, Gaffar manasını ifade eden اَلرَّحِيمِ de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.
: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Mâkabliyle şu sıfatın nazmını iktiza eden sebeb şudur ki; şu sıfat, rahmeti ifade eden mâkabline neticedir. Zira kıyametle, saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet rahmetin rahmet olması ve ni'metin ni'met olması ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet saadet-i ebediye olmasa, en büyük ni'metlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik en lâtif ni'metlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler.
S: Cenab-ı Hakk'ın her şeye mâlik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir?
C: Şu âlemin insanlarca hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzât mübaşereti, azamet-i İlahiyeye münasib görülmediğinden, vaz'edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref'iyle, her şeyin şeffaf, parlak iç yüzüyle tecelli edip Sâniini, Hâlıkını vasıtasız göreceğine işarettir. يَوْم tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki:
Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerini
sh: » (İ: 20)
ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevî millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de (velev uzun bir zamandan sonra olsun) devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin (haşrin tulû'-u fecriyle, şahsı bir nev' hükmünde olan) insanlara ihsan edileceğine şübhe edemez.
دِين kelimesinden maksad; ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür.. veya hakaik-i diniyedir. Çünkü hakaik-i diniye o gün tam mânasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz' etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada daire-i esbab daire-i itikada galib ise de; âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu'tezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza daire-i itikadda iken ruhuyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da; esbaba kıymet vermeyerek, Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ : (كَ) zamirinde iki nükte vardır. Birincisi: Mâkablinde zikredilen sıfât-ı kemaliyenin كَ zamirinde müstetir ve mutazammın olduğuna işarettir. Çünkü o sıfatların birer birer tâdadından hasıl olan büyük bir şevk ile gaybdan hitaba, yani ism-i zâhirden şu كَ zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek ك zamirinin mercii, geçen sıfât-ı kemaliye ile mevsuf olan zâttır. İkincisi: Elfaz okunurken mânalarını düşünmek, belâgat mezhebinde vâcib olduğuna işarettir. Çünki mânalar düşünülürse, nâzil olduğu gibi okunur ve o okuyuş; tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hattâ اِيَّاكَ نَعْبُدُ yu
sh: » (İ: 21)
okuyan adam, sanki اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ cümlesindeki emre imtisalen okuyor gibi olur.
Cem' sîgasıyla zikredilen نَعْبُدُ deki zamir, üç taifeye işarettir. Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata râcidir ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.
Bu cümlenin mâkabliyle vech-i nazmı, نَعْبُدُ nün اَلْحَمْدُ ye tefsir ve beyanı olmakla مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ e de bir netice ve bir lâzım olmasıdır.
İhtar: اِيَّاكَ nin takdimi, ihlâsı vikaye etmek içindir ve zamir-i hitab da, ibadetin sebeb ve illetine işarettir. Çünki hitaba incirar eden geçen sıfâtla muttasıf olan zât, elbette ibadete müstehaktır.
وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ : نَسْتَعِينُ de müstetir zamir, نَعْبُدُ nun fâili gibi, o üç cemaatten herbirine râci'dir. Yani: Bizim vücudumuzun zerratı veya ehl-i tevhid cemaatı veyahut kâinat mevcudatı, bütün hacat ve maksadlarımıza, bilhassa en ehemm olan ibadetimize, senden iane ve tevfik istiyoruz. اِيَّاكَ kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin artırılmasına; ikincisi, ayân makamının bürhan makamından daha yüksek olduğuna; üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına; dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksadlar olduklarına işarettir.
Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah'a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme ile maksud arasındaki alâkadır. Çünkü iane ve tevfik, ibadete mukaddemedir. اِيَّاكَ
sh: » (İ: 22)
kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin Cenab-ı Hakk'a karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtuluşuna işarettir. Lâkin esbabı tamamen ihmal ve terketmek iyi değildir. Çünkü o zaman, Cenab-ı Hakk'ın hikmet ve meşietiyle kâinatta vaz'edilen nizama karşı bir temerrüd çıkar. Evet daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tenbellik ve atalettir.
اِهْدِنَا : Hidayeti taleb etmekle ianeyi istemek arasında ne münasebet vardır?
Evet; biri sual, diğeri cevap olduklarından birbiriyle bağlanılmıştır. Şöyle ki:
نَسْتَعِينُ ile iane taleb edilirken makam iktizasıyla "Ne istiyorsun?" diye varid olan mukadder sual, اِهْدِنَا ile cevablandırılmıştır.اِهْدِنَا ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddid olması, اِهْدِنَا manasının da ayrı ayrı ve müteaddid olmasını îcab eder. Sanki اِهْدِنَا, dört masdardan müştaktır. Meselâ: Bir mü'min hidayeti isterse, اِهْدِنَا sebat ve devam manasını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade manasını; fakir olan isterse, i'ta manasını; zaîf olan isterse iane ve tevfik manasını ifade eder. Ve keza "Her şeyi halk ve hidayet etmiştir" manasında bulunan وَ خَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ وَ هَدَى Âyet-i Celilesi hükmünce, zâhirî ve bâtınî duygular, âfâkî ve haricî deliller, enfüsî ve dâhilî bürhanlar, Peygamberlerin irsaliyle, kitabların inzali gibi vasıtalar itibariyle de hidayetin manası taaddüd eder.
İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.
اَللّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ آمِينَ
sh: » (İ: 23)
اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ : Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:
Tagayyür, inkılab ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiyye-i gadabiyye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliyye-i melekiyyedir.
Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin herbirisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyyenin tefrit mertebesi humuddur ki; ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki; namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki; helâline şehveti var, harama yoktur.
İhtar: Kuvve-i şeheviyyenin; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.
Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki; hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
İhtar: Bu kuvve-i gadabiyyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.
Ve keza kuvve-i akliyyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.
وَ مَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا
sh: » (İ: 24)
İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi; füruatı da, o üç mertebeyi hâvidir. Meselâ: Halk-ı ef'al mes'elesinde Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İ'tizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünki bu mezheb beyne-beynedir ki; o fiillerin bidayetini irade-i cüz'iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza itikadda da ta'til ifrattır; teşbih; tefrittir; tevhid, vasattır.
Hülâsa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir.
صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ : Kur'anın inci gibi lafızlarının dizilmesi; bir hayta, bir çeşite, bir nakşa münhasır değildir. Belki zuhurca, hafâca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüblerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zâten i'cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır. Evet صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile mâkablindeki herbir kelime arasında bir münasebet vardır. Meselâ: اَلْحَمْدُ لِلّهِ ile münasebeti vardır. Çünkü ni'met, hamde delil ve karinedir. رَبِّ الْعَالَمِينَ ile münasebetdardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur. اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ile alâkadardır. Çünkü اَلَّذِينَ den irade edilen "enbiya, şüheda, suleha, ulema" rahmettirler. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile alâkası vardır. Çünkü nimet-i kâmile, ancak dindir. نَعْبُدُ ile alâkası var. Çünkü, ibadette imamlar, bunlardır. نَسْتَعِينُ ile var. Çünkü, tevfike
sh: » (İ: 25)
ve ianeye mazhar bunlardır. اِهْدِنَا ile var. Çünkü, hidayette mukteda-bih onlardır. صِرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile vardır. Çünkü, doğru yol, ancak onların mesleğidir.
"Tarîk" veya "Sebil" kelimelerine "Sırat" kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir.
Mahud ve mâlûm olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esma-i mevsuleden اَلَّذِينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki; onları taharri ve taleb etmeye ve aramaya lüzum yoktur. Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna mâliktirler. Cem' sîgasıyla اَلَّذِينَnin zikri, onlara iktida ve tâbi olmak imkânının mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan olmadığına işarettir. Çünkü ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde, butlan yoktur.
Mâzi sîgasıyla اَنْعَمْتَnin zikri; tekrar ni'meti taleb etmeye bir vesile olduğuna ve Allah'a raci olan zamiri de, bir yardımcı ve bir şefaatçı vazifesini gördüğüne işarettir. Yani: "Ey Rabbim! Mademki in'am senin fiilindir ve evvelce de in'amı yapmışsın; istihkakım olmadığı halde in'amı tekrarlamak, senin şe'nindir."
عَلَيْهِمْ deki عَلَى enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir.
İhtar: Başka bir surede zikredilen
sh: » (İ: 26)
فَاُولئِكَ مَعَ اَلَّذِينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ olan âyet-i kerime, buradaki الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyet-i celilesini beyan eder. Zâten Kur'anın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.
S: Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?
C: İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehiddirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zâten, zamanların tebeddülüyle, füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabiî bir şeydir. Evet, mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar; veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın, yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.
غَيْرِالْمَغْضُوبِعَلَيْهِمْ : Havf ve firar makamı olan şu sıfatın mâkablindeki makamlarla münasebatı ise: Bu makamın hayret ve dehşet nazarıyla celâl ve cemal ile muttasıf olan makam-ı rububiyete baktırması; ve iltica ve dehalet nazarıyla نَعْبُدُ deki makam-ı ubudiyete baktırması; ve acz nazarıyla نَسْتَعِينُ deki tevekkül makamına baktırması; ve teselli nazarıyla refik-i daimî olan makam-ı recaya baktırmasıdır. Çünkü, korkunç bir şeyi gören adam, korku ve hayret içinde kalır; sonra firar etmeye meyleder. Âciz olduğu takdirde tevekkül eder, sonra teselli yollarını arar.
S- Cenab-ı Hak, Ganiyy-i Mutlak'tır; âlemde bu kadar dalâletleri ve pek çirkin fena şeyleri yapan nev'-i beşerin yaratılışında ne hikmet vardır?
sh: » (İ: 27)
C- Kâinatta maksud-u bizzat ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz'iyet kabilinden tebeî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevi'lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.
S- Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek?
C- Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın enva'ına bir vücud-u vâhid in'ikas etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zâtın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubh ve şerde şer varsa da kalildir.
Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terkedilmez. Terkedilirse, şerr-i kesîr olur. Zekat ve cihadda olduğu gibi.
Evet اِنَّمَا تُعْرَفُ اْلاَشْيَاءُ بِاَضْدَادِهَا meşhur kaziyeden maksad, bir şeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücud veya zuhuruna sebebdir. Meselâ: Kubh olmasaydı ve hüsünlerin arasına girmeseydi, hüsnün gayr-ı mütenahî olan mertebeleri tezahür etmezdi.
S- اَنْعَمْتَ fiil, مَغْضُوبِ ism-i mef'ul, ضَالِّينَ ism-i fâil olarak zikirlerinde ve keza üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüb eden âkıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?
C- Ni'met ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mazi olarak zikrindeki sebeb, evvelce beyan edilmiştir. İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur'an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İstimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden ism-i mef'ul
sh: » (İ: 28)
olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat'ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir itikada tâbi' olarak nifaka düşen bir kısım nasara'dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur'an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işarettir.
Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?
Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra'şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me'yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hâcetlerine bakar, def'edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir hâlete inkılâb eder. Şöyle ki:
O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk'a istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda
sh: » (İ: 29)
eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: "Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlıkın memurlarıyız" diye, me'nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.
Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır.
اَللّهُمَّ بِحُرْمَةِ هَذِهِ السُّورَةِ اجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ آمِينَ
0 yorum:
Yorum Gönder