15 Temmuz 2016 Cuma

Hz Şems ve Mevlâna

Hz Şems ve Mevlâna



Hz Mevlâna hayatının ilk döneminde mânâ bilimleri açılmadan evvel ilim, ahlâk, İslâmî ibadetlere saygı zerâfeti bakımından dört dörtlüktü. Maddî hiç bir problemi yoktu. O halinde çok büyük insandı. İbadeti, ahlâkı, ilmi olan insan elbette büyük insandır.
Ama, Allah’ın asıl görmek istediği şey, Hz Mevlâna’nın mânâ sahnesindeki patlamasıdır. Bu mânâ sahnesine adım atabilmesi, velâyetin başlayabilmesi için bir nokta vardı, o noktanın açılması lazımdı. Nedir o nokta?..”Bir insanın maddeden mânâya geçişi nasıl olur?… Hangi hadiselerle olur?… diye soran meraklılara cevap olarak; BUNUN BAŞ FORMÜLÜ NAZAR’DIR. Bir başka velînin Cenab-ı Hakk tarafından tayin edilmiş bir kimseye nazar etmesi, mânâ âlemine geçmesini sağlar…
Hz Şems’in hocası yetiştirdiği her birisi mükemmel mânâ talebesi olan müridlerine “Diyâr-ı Rum’da Celâlettin isminde bir zatın irşad edilmesi murad edildi. “Hanginiz talipsiniz?” dedi… Hz Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak, boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim kelimesini bile söylemedi. Hocası, “sen anladın, bu işin sonunda başını vermek var” dedi.
Şems, Hz Mevlâna’nın Şam’da ders verdiğini öğrenerek Şam’a gitti. O sırada da Hz Mevlâna’nın hocası “Senin artık hadis sahasında öğreneceğin hiçbir şey kalmadı” diyordu. Hz Mevlâna atıyla şehrin dışında giderken, başı koyu renk bir örtüyle örtülmüş esmer bir adam Mevlâna’nın önünde durarak, “Sen her şeyi biliyormuşsun, öyle ise benim de kim olduğu bil” dedi ve çekti gitti. Hz Mevlâna dondu kaldı. “Ben, bana öğretilen şeyleri biliyorum, bir insanın kim olduğunu nasıl bilebilirim” diye düşündü.
Hz Şems, ilk mesajını vermişti. “Mânâ âlemine geçersen her şeyi bilirsin” demek istemişti.
İki sene sonra Hz Şems Konya’ya geldi ve artık Hz Mevlâna’yı irşad etmek için fiiliyata başladı. Bu ihda dediğimiz yaratılışın kuvveden fiile çıkma safhasıydI. Hz Şems mükemmel bir mürşiddi, hiç bir hata olmasın istiyordu. Bunu maddî bir ameliyata benzetirsek, nerdeyse iğnenin girdiği yer bile acımasın istiyordu.
Konya’da misafir olduğu handa Hz Mevlâna’yı tanıyanlara, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını sordu. Onlar da “kibar, temiz düzgün giyimli insanlardan hoşlanır” dediler.
Hz Şems en eski elbiselerini giydi, biraz da toza-toprağa bulandı. Ama Hz Şems KONYA’DA MÂNEVÎ BİR HAVA BULAMAMIŞ OLMAKTAN DOLAYI RAHATSIZDI. Konya Selçuklu Devletinin başkenti idi. Hiç kimse ibadetinden sarf-ı nazar değildi, hiç kimse haram işleyemezdi. İslâm disiplini vardı ama ŞEMS’İN ARADIĞI MÂNÂ RAKSI YOKTU.
O sırada dul bir kadın kendisine İNFAK edilen bir ciğeri Şems’in kaldığı hanın yanındaki fırıncıya kızarttırmak istedi. Fırıncı para istedi, kadın ise “param yok, bu ciğer de zaten İNFAK olarak verildi bana, öksüzlerime var onlara götüreceğim” diyerek ciğeri kızartmasını söyledi tekrar.. Fırıncı “ben de odun yakıyorum, para vermeden olmaz” dedi. O zaman Şems hüzünlendi, kadının elinden ciğeri alarak kalbinin üzerine koydu ve cızır cızır dumanları tüttürerek ciğerin iki tarafını da kızarttı. O kızartmadan çıkan bir mânevî rayiha vardı ki KONYA’NIN ATMOSFERİNE MÂNÂ KARIŞMIŞ OLDU. Şems buna çok sevindi.
İşte, mânâ dediğimiz olay, şeriatın aslıdır. KONYA HALKI İBADETİNİ YAPIYOR, NAMAZINI KILIYOR, ZEKATINI VERİYORDU AMA İNFAK YOKTU… ONUN İÇİN O ATMOSFERDE BİR MÂNEVÎ İLKAH YAPILAMIYORDU. MÂNÂNIN ÖZÜNDEKİ HİKMETİN BİRİSİ BUDUR.
Ertesi gün toza toprağa bulanmış kıyafetiyle Hz Mevlâna’nın evine döneceği yola çıktı. Karşılaştıklarında, Hz Mevlâna’nın atının geminden tutarak, Şems bir nazar attı.
Hz Mevlâna o anda bütün dünyasının yeniden yapılandığını hissetti. Şems’in bu bakışı “Ben kimim” dediği zamanki bakışı değildi. Hz Şems’in en büyük hususiyetlerinden birisi nazarının âşikar oluşudur.
Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “söyle bakalım Bâyezid Bestâmi mi daha büyük, Peygamber mi büyük?” diye sordu. Böyle bir soruyu sıradan bir adam soramaz, Bâyezid Bestâmi bir İslam Velîsi, Peygamber ile nasıl kıyas edilir? diyerek, Hz Mevlâna derhal attan indi, ve “elbette bu tartışılmaz. Bâyezid “bana daha çok ver ya Rabbi derken Resulullah ise aman ya Rabbi ben seni hakkıyla bilemedim ben seni anlatamam senin tanıdığın gibi sana hamd ediyorum derdi, tabii Bâyezid bir bardak su gördü, Resulullah deryanın içindeydi” dedi. Bu izah Şems’in çok hoşuna gitti. Ama Hz Mevlâna Bâyezid’i Resulullah’in ayakları dibinde secde ederken gördü ve zaman diliminden atlayarak mânâya geçmekle neler olacağının farkına vardı. Hz Şems’e “misafirim olun” diyerek davet etti. Hz Şems “Sen benim kahrımı çekemezsin” diye cevap verdi. “Olsun elimizden geleni yaparız” diyerek, aldı evinin baş köşesine misafir etti.
Bir gün, Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “bir testi şarap getir” dedi. Hz Mevlâna “hayhay” diyerek bir Rum meyhanesine gitti. Bir testi şarap istedi. Şarabı aldı cübbesinin kollarının arasına koydu, tam çarşının ortasında testi düştü kırıldı.
O an Hz Mevlâna’nın geçirdiği NEFS FIRTINASINI hesap etmek çok güç… Hadis hocası ve rektör olan bir kişinin şarap testisi taşıması anlaşılamaz… Bütün halk koşup geldiğinde yere dökülen şarap gülsuyuna dönüşmüştü. Bütün çarşı gülsuyu kokuyordu… Hz Mevlâna bir şarap daha almak için şarapçıya gittiğinde şarapçı elini ayağını öperek, kelime-i şahadet getirerek, “Sultanım senden sonra dükkanımdaki bütün şarap küpleri gülsuyu oldu” dedi ve müslüman oldu. Hz Mevlâna büyük bir coşkuyla Hz Şems’in yanına gitti.
Velîler Kur’an emirlerinin önceliklerinde veya sırasında bize yardımcı olurlar mı diye sorarsak; diyelim ki bir insan bir velînin yanına gidip namaza dair bir şey sorar, halbuki Velî biliyordur ki henüz iman-ı kemal etmemiş. “Sen şu namaz işini bir kenara bırak da EVVELA İMANINI TAMAMLA” diyebilir. Bu Kur’an emirlerine tekaddüm değildir. İSLÂMİYETİN ÇEKTİĞİ EZİKLİK İMÂNI BIRAKIP DA İBÂDET KALIBINDA KALMASIDIR. Ne İBADET TERKEDİLEBİLİR, NE İMAN TERKEDİLEBİR. HİÇBİR VELÎ İBADETLERDEN TÂVİZ VEREMEZ. Eski bir şairin güzel bir sözü vardır “Şeriattan kim ki bir taş kaldıra başını oraya koya” der. Sen git üç rekat namaz kıl diyemez. Çünkü Velîlik demek Kur’an’a daha çok âşık olmak demektir.
Zahiri görüntülere verilen önem bakımından mânâ ilimleriyle kelam arasında bir yaklaşım tarzı farklılığı olmaması lazım ama yapanlar var. Bazı kimseler tasavvuf biliyoruz diye kelam ilimlerine soğuk bakmışlardır. Bu tamamen cahilliklerindendir. Kelam ilmi olmadan tasavvuf anlaşılamaz. Bugün kendilerini mürşid sayan bazı kişiler Kur’an’ın mânâsını bilmiyor. Tamamını bilmeyebilir ama bir bütün olarak kavramak şarttır. Yoksa nasıl ders verebilir?
Klâsik tarih bilgimiz içinde, Hz Mevlâna ile Hz Şems’in buluşması çok çeşitli şekilde tanımlanmıştır, ama mânâ ilimleri açısından önemi fevkalâde büyüktür. Çünkü, Hz Şems’in mânâya ait bir ışığı, Hz Mevlâna’nın gönlüne yansıtması alenî olmuş bir olaydır.
Tasavvuf tarihinde pek çok velî birbirlerine bu ışığı yansıtmışlardır. Fakat bunları hangi anda nasıl yaptıklarını, hangi imtihan perdeleri içersinde seyrettirdiklerini bilemeyiz. Halbukü Hz Mevlâna ve Şems olayı’nda alenî, herkesin gözü önünde olmuştur. Mânâ ışığı bir insana nasıl yansıtılır ve onun gönlünün önündeki mânâyı gölgeleyen perde, nasıl kalkar? Bu aleni olmuştur. Onun için fevkalâde önemlidir tasavvuf tarihi bakımından.
Aleniyetin özünde yatan hikmet de, İlâhî sırların herhangi bir çevre putu olmamasıdır. Yani diğer insanlar bunun gibi görürse görür, çünkü bu bir İlâhî emirdir.
Mevlâna hazretleri, Hz Şems’e bir gün;
-Sultanım, pek çok yerlere uğradın, orada irşâd edecek insanlar bulamadın mı ki buraya kadar zahmet ettin? mânâsına gelen bir soru sorar. Hz Şems’in o zaman yaptığı espri çok güzeldir. Bu zarif, hikmetli bir tasavvuf esprisidir ve pek çok hakikatı olan bir espridir. Hz Şems;
- GİTTİĞİM YERLERDE HEP HÂŞÂ ALLAH’LIK DÂVÂSINDA OLANLARA RASTLADIM. HİÇ “KUL” OLANA RASTLAMADIM, İLK DEFA KUL’A RASTLIYORUM, O DA SENSİN, demiş.
Bunun anlamı nedir? Herkes tasavvuf yapıyorum, tarikat yapıyorum, yahut dindarım diye kendisini ilâhlaştırmış. Her şeyi ben biliyorum, ben yapıyorum, ben, ben, ben… Hz Şems; BU BENLER VAR YA, İŞTE GÖNLÜN ÖNÜNDE, PARÇALANMASI LAZIM GELEN PUTLARDIR BUNLAR. BUNLARIN AZ SAYIDA OLMASI, ANCAK BİR KULA NASİPTİR Kİ, “SEN BÖYLE BİR KULDUN, ONUN İÇİN SENİ TERCİH ETTİM” diyor. Yine bu meâlde Hz Şems’in çok güzel bir sözü vardır; “Biz kıyamete kadar Mevlâna’nın yüzde biri kadar kabiliyetli bir kul bulursak mutlaka teşrif eder, kendisini irşad ederiz.” diyor…
Onun için ilk buluşmanın hikmeti, sırrı, İlâhi emânetin, gönül cereyanının aktarılması tasarrufudur. Onun içinde çok kıymetlidir. O ânın yaşanması, o ânın içerisinde bulunanlar ve o ânı tekrar tekrar yaşayan pek çok dervişler vardır.
Hz Şems, Mevlâna’yı GERÇEK KULLUĞA GÖTÜRMEK İSTİYORDU. GERÇEK KULLUK KENDİ İFADELERİNDE DE SÖYLEDİKLERİ GİBİ KENDİ GÖNLÜNDE NEFSİN BÜTÜN SİLÜETLERİNİ KALDIRIP CENÂB-I HAKK’A HÂZIR HÂLE GETİRMEKTİR. Bunu gönlü takîy etme, nakîy etme işi diye kabul ediyoruz. İşte bu eğitimi verdi ve Hz Şems’in Mevlâna ile sohbetlerindeki ilk dönem esas nokta bu eğitimi vermesidir.
Bu eğitimi verirken Hz Mevlâna’nın o gün için dünya tutkusu sayılabilecek olan iki önemli hâdise vardı… Bunları kaldırdı… MEVLEVÎ TARİHİ OKUNURKEN BUNLAR GÖZDEN KAÇIYOR. BUNLARDAN BİR TANESİ; MEVLÂNA’NIN HOCALIĞI İDİ. Yani Üniversitede ders verme, bunu da âlemi İslâm adına yapma göreviydi. Ama bu da nefse ait bir tutkuydu aslında. Nefsin tamamen tezkiye olması lazımdı. Birinci perde de onu kaldırdı. Hz Mevlâna’nın etrafında teşekkül eden dünya sınırlarını bir alev makinasıyla yakıyordu Hz Şems…
İKİNCİ ÖNEMLİ HADİSE DE, Hz Mevlâna’nın evinde çok zarif bir havuz ve havuzun başında bir gül bahçesi vardır. Burada da kütüphanesi vardı. Kütüphanesi yarı döner vaziyetteydi. Akşamları odasına doğru, gündüzleri ise bahçeye doğru dönüyordu. Bu kütüphanede, sekiz yüzsene evveline kadar gelmiş geçmiş İslâm dünyasına ait bütün kıymetli eserler vardı. Hz Mevlâna’nın âlim yanını nazara aldığımız zaman, bunların hepsini okumuştu.
Hz Şems, “Sen bunlarla mı meşguldün” diye sorunca “evet” cevabını aldı. Hz Şems kütüphaneyi bir anda eliyle tuttuğu gibi havuza attı. Bu da Mevlâna’nın bir başka dünya tutkusuydu. Onların bir tanesi bile feda edilebilinecek kitaplardan değildi. Hz Mevlâna’ya hafif bir mahzunluk çökünce “Niye üzüldün?..” dedi. “Sizin emirleriniz benim için üzüntü vesilesi olamaz. Feriddüddin’in bana imzaladığı bir kitap da vardı içlerinde” dedi… (Feridüddin Attar’ın çok önemli meşhur bir eseri Pendnâme) “O imzalı olduğu için bir hâtıra kıymeti taşıyordu” dedi Bunun üzerine de “Peki onu verelim o zaman” dedi ve elini havuza atarak PENDNÂME’Yİ çıkardı verdi…
ONDAN SONRA MEVLÂNA HAYRETLE ARTIK MESAJLARIN SATIRLARDA DEĞİL, SADIRLARDA, GÖNÜLLERDE OLDUĞUNU SEZMEYE BAŞLADI…
Çünkü, Mevlâna daha düşünmeden Şems anlatıyordu. Hz Mevlâna, “Acaba şu konuyu bir sohbet konusu yapsak mı?” diye düşündüğü zaman, Şems anlatıyordu ve anlattığını Hz Mevlâna ezberliyordu. Acayip bir şey!.. Çünkü Şems, gönülden gönüle eğitime başlamıştı. Hz Mevlâna bir beytinde, (Mecalis-i Seb’a yahutta Divan-ı Kebir’de olsa gerek) “Hani diyor,”bir gün âlemleri seyretmek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetlerini öğrenmek için, senden niyazda bulunmuştum da birdenbire timsah oluvermiştik. Timsahın gözlerinden deryaları seyrettirmiştin bana. Ben de hayretler içerisinde kalmıştım. Çünkü timsahın gözünde deryanın bir bardak su kadar küçüldüğünü bilmiyordum” diyor…
Şimdi bu ne demektir biliyor musunuz?.. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık için, Cenâb-ı Hakk’ın her yerde hâzır ve nâzır olan kudretini herhangi bir eşyanın bir noktasından seyredebilmektedir. Bunu da Allah’a yaklaştığımız zaman seyretmek, sezmek zorundasınız. Bu büyük mârifeti öğretiyordu Hz Şems.
Nitekim, aynı sistem içerisinde eğitim devam ederken hiç Üniversiteye gidemediği, kitaplarına da uzak kaldığı sırada, bir gün nasıl olduysa misafirleri okula geldi ziyarete. “Ne oluyor acaba?.. Mevlâna niye yok” diye merak etmişlerdi. Misafirlerle birlikte iken bir konu açıldı ve bir hâdis üzerinde tartışmaya başladılar. (Birisi dedi ki, O hadîs şu cümle ile ifade edilmiş, diğeri, şu hadîs kitabında var ama, ben daha çok başka bir hadîs kitabındaki şu cümlesine daha çok inanırım.) Hz Mevlâna’ya, “Üstad sen ne buyurursun?… Sen hadîs’in ustasısın… Mevlâna daraldı, cevap veremeyecek bir pozisyondaydı. Acaba bu cümlelerin hangisi doğru diye düşünürken, gayr-i ihtiyarî yanında oturan Hz Şems’e baktı. Hz Şems diz çökmüş oturuyordu.
- Bana ne bakıyorsun, git kendisine sor” dedi. Bir anda Asr-ı Saadet açıldı ve orada Efendimizi hadîs-i söylerken seyretti. Daha sonra da dedi ki “Doğrusu budur”. İşte Hz Şems, böyle bir dünyanın eğitimini yaptırıyordu.
Hz Şems ile Mevlâna arasındaki dostluğun, aşk kelimesiyle ifade edilen bir sevdanın boyutlarını, bugünkü insanoğlu, bağırsaklarından kurtulamamış, bağırsaklarını kendi boynuna takıp da kendi kendini idam etmiş olan insanoğlu nasıl anlayacak?… Nasıl bir yaşamdır bu?… ALLAH’ı terennüm eden, ALLAH’ı konuşan, ALLAH’ı yaşayan bir birliği yaşıyorlar. Bunun içersinde şu ders de böyle miydi, şöyle miydi, yahutta niye bu kadar samimi ve dayanılmaz arzu vardı diye aptal aptal bakmak mümkün değil!… ALLAH LEZZETİNİ ALMAMIŞ İNSANLAR NE DÜŞÜNÜRSE DÜŞÜNSÜNLER. O İKİSİ ALLAH SOHBETİNİN LEZZETİNİ ALIYORDU. İNSANLARIN NE DÜŞÜNDÜĞÜ ÖNEMLİ DEĞİL Kİ!…
Hz Şems’in Konya’dan ilk ayrılışındaki hikmetine bakarsak; her ikisinin arasındaki sohbetler, kulluktan İlâhî rakslara geçen o akıl almaz titreşimler meydana gelirken, demek ki Hz Şems’in, Mevlâna’ya, kendi plânında bir istirahat vermesi lâzımdı. Yani bu sevdalaşma operasyonuna gönlünün yahut zihninin İLERDEKİ VAZİFELERİ AÇISINDAN dayanmasında bir zorlama olduğunu sezdi. Hiçbir şey yokken: “BİZE YOL GÖRÜNDÜ, MURÂD-I İLÂHÎ BİZİM ŞAM’A GİTMEMİZİ İSTİYOR” dedi… Şam’a gitti. Hz Mevlâna ağladı, yüreğini parçaladı. Artık dünyaya nasıl dönecek, o insanlarla nasıl görüşecek, Cenâb-ı Hakk’ın bütün boyutlarındaki ışığını seyretmiş bir insan, sıkıştığı zaman Resulullah’ın devrine intikâl edebilen zaman ötesi tasarrufa ermiş bir insan, tekrar insanlarla bir araya gelecek de, “Ahmet şöyle dedi, Mehmet böyle dedi diye bunları nasıl konuşacak”. Hz Mevlâna tahammülü imkânsız öyle bir yalnızlığa itildi ki, bir çok kasidelerinde, rubailerinde o devrin yalnızlığını, isyanlarını, acısını dünyaya nasıl dönüş yapacağının zorluğunu anlatır…
Bu sırada içine bir ferahlık geldi, sanki Hz Şems’in ambargosu kalkmış gibiydi. Gönlünde yeniden gelmesine ait bir ümit ışığı belirdi. Oğlu Sultan Veled’e dedi ki, “git Hz Şems’i getir”..
Çok enteresan bir tablo halinde gelişti Hz Şems’i getirme olayı. Şam ile Konya arası gitmek bir buçuk ay sürüyor. Atına atladı ve Şam’a gitti, Hz Şems’i herkese sordu, böyle bir derviş tanıyor musunuz diye araştırdı… Falan yerdeki kahvede satranç oynar, gidip orada bulabilirsin dediler. Hz Şems’in yanına geldiğinde hasırda oturmuş, bir rahle üzerinde satranç oynuyorlardı. Hasırın kenarına gelince ayakkabılar çıkarılır, hasıra öyle oturulurdu.
Sultan Veled şehzade olduğu için, tıpkı babası Hz Mevlâna gibi çok şık kıyafetlerle kahveye gelmişti. O havanın atmosferinde çok yabancı kaldı. Bir şehzade geliyor, ayakta duruyor, babası gibi elini kalbinin üzerine koyup, başını sol omzuna doğru eğiyor Sultan Veled ve niye geldin sözüne bir cevap olsun diye, Hz Şems’in ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor. Bu o kadar nazik bir hâdisedir ki… Babam bekliyor diyemiyor… Bu nezaket-i Muhammedî’ye ters düşer, çünkü Şems bir gönül sultanıdır, ona bir şey söylemeye lüzum yoktur, anlamıştır konuyu. Ama bir jest yapması lâzım, bunun için ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor…
Karşısındakini kumar oynayan, onu sıradan bir adam gibi gören Yahudi şoka giriyor. Çünkü Yahudi’nin en büyük tutkusu servet ve gösteriştir. Bir şehzadenin gelip de Hz Şems’e bu şekilde itibar gösterdiğini görünce çok şaşırıyor. O şokun tesiriyle bir nazar ediyor. Yahudi o anda yere düşüyor, elini ayağını öpüyor, Kelime-i Şehadet getiriyor.
Hz Şems: “Eğer Sultan Veled gelmeseydi, senle daha çok satranç oynardık biz” diyor… “Çünkü kalbindeki put’u yıkmakta zorlanıyordum, ama bir şehzade gelip de bana itibar edince, gönlündeki bütün putlar yıkılıverdi bana karşı” diyor… O geliş anı bile bir başka insanın kurtulması için vesile olarak kullanılmış Hz Şems tarafından…
Hz Mevlâna’nın Hz Şems’in gelişiyle o müthiş olayla ilgili o kadar güzel şiirleri var ki, Şems’in gelişi, başlı başına bir edebiyat, edebiyat değil bir duygu: “O geliyor, o geliyor… Gül kokusu geliyor, bahar geliyor” diye öyle müthiş bir şiiri var ki… Bu sevginin müziğidir… Mevlâna’nın müziğe olan ilgisi, rağbetidir.
Hz Şems’in Konya’ya ikinci gelişinden sonra meydana gelen değişimler daha çok Hz Mevlâna’ya gelecekti Mevlâna’yı hazırlamak devri diye kabul edilir. Yani, Hz Şems’in yaptığı birinci operasyondaki hâdise: bizzat Mevlâna’nın gönlünde aşk ateşini alevlendirmek ve bütün dünyadan tecrit etmek, mekânları, zamanları, zaman ötesini tanıtmak devridir.
İkinci kez geldiği zaman hazırladığı operasyon ise; Hz Mevlâna’yı geleceğin Mevlâna’sı olarak yetiştirmek, yani insanların gönlüne mesajlar verebilen bir Mevlâna yetiştirmektir. Bu sebeple ikini gelişinde sohbetleri daha çok Hz Mevlâna’nın Hz Şems’den sonra yazacağı Divan-ı Kebir, Mecâli- Seb’a, Mesnevi gibi eserlerinin temel hikmetlerini ona lütfetmiştir, daha önemlisi bu devre içerisinde Şems Hazretleri Mevlâna’nın gönlünde yanan o aşk ateşinin ışığı altında mânâ ehli olmanın, hakiki, gerçek mü’min olmanın hikmetlerini anlatmıştır.
Hz Şems’in yemesi, içmesi, oturması, kalkması hayret uyandıran birşeydi. Ne zaman yer, ne zaman içer bilinmezdi. Bir bakarsınız az, bir bakarsınız sırf Hz Mevlâna’nın hatırı için yerdi.
Nihayet bir gün, gül bahçesinde sohbet ederlerken, Hz Mevlâna’nın gönlünde Hz Şems’i Konya’ya bağlamak için, burada evlense kalsa gibi bir temayülün uyandığı sırada, Kimyâ Hâtun’a bakarak teşekkür eder, o anda Kimyâ Hâtun bayılır, içeriye götürürler. Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “İstediği oldu, kızcağızı zorla bize bağladın” der… Madem ki sen bunu böyle istiyorsun, bizim için bir nazar meselesidir bu.
Nitekim, Kimyâ Hâtunla, Hz Şems evlenirler, Kimyâ Hâtun’un, Hz Şems’in ağırlığını kaldıracak bir yapısı olmamakla beraber, daha evvelden bir saray terbiyesiyle yetişmiş Mevlâna’dan eğitim görmüş bir kimse olarak, bir müddet bu yüke dayanır ama, bir seneyi bulmayan bir zaman içerisinde dünyasını değiştirir Kimyâ Hâtun.
Hz Şems, Kimyâ Hâtun’un dünyasını değişme hâdisesiyle Mevlâna’ya, gösterdi ki, “Bizim bir yere bağlılığımız öyle senin düşündüğün gibi hâdiselerle mümkün değildir” şeklinde bir yorumu, reçeteyi de vermiş oldu aynı zamanda.
Bundan sonraki safhada, geçen günler içerisinde, Hz Şems enteresan bir teşebbüse geçer. Mevlâna’ya, “Ben Sultan Veled’i bir tarîkat kurma konusunda eğiteceğim” der ve (Mevlevîlik Tarîkatı aslında Sultan Veled tarafından kurulmuş, Hz Şems dersleridir) Sultan Veled her yatsı namazından sonra gelip, Hz Şems’in huzuruna diz çöktükten sonra, (Hz Şems tenbih etmiştir: Sakın bir şey sorma gönlüne al ne istiyorsan diye) gönlünde hangi bahsi, hangi bölümü murad etmişse, Hz Şems onu bir saat kadar anlatır, sonra da git, istirahat et, derdi. Sonra Mevlâna Hazretleri gelir, sohbetlerine başlarlar… bir tarz MEVLEVÎLİK dediğimiz tasavvuf edebiyatında, ilimlerinde fevkalâde kıymetli olan bir dökümantasyon çıkar meydana.

Tabii her şeyi anlatmak mümkün değil… Bizim amacımız Hz Mevlâna’yı (bir teşehhüd miktarı derlerdi eskiden) bir görüntü olarak gösterip çekmektir. Çünkü, diğer velîlerimizin de hikmetlerini nakletmek isiyoruz. Bütün teferruatıyla ayrıntılı bilgi vermem çok zor, ancak şunu söyleyeyim ki, bir tarîkatın, bir mânevi yolun temel bir takım “AHLÂK-I MUHAMMEDÎ YOLLARI VARDIR Kİ, BU YOLLAR FEDAKÂRLIK, HOŞGÖRÜ, MERHAMET, SEVGİ, İNFAK GİBİ KAÇINILMAZ, EFENDİMİZ’E (SAV) AİT MEZİYETLERLE DONANMASI GEREKİR.



Share:

0 yorum:

Yorum Gönder