Mubarek Bir zattan sobbet
Baykuş Menkıbe’si:
Baykuş gündüzleri devamlı uyuyan, geceleri devamlı zikirle meşgul alan bir kuştur. Bu kuşun yiyeceğini Cenabı Allah (c.c.) geceleri gönderir. Bu kuş canlı hayvanlarla beslenirmiş. Süleyman (a.s.) mın bir Baykuşu vardı. Allah (c.c) ona rızkını gönderirdi bu hali gören bir kişi bu kuşa Allah nasıl rızk gönderiyor, ben bu kuşu kapatayım da ne olacak göreyim diyor. Kuşu yakalayıp bir kutuya koyuyor,hiçbir şey yeme imkânı olmaması için bu kutuyu da bir sandığın içine koyuyor. Bırakıp gidiyor. Ben engel olursam kimse bunun rızkını veremez gibi boş bir iddiayı ispat edeceğini zannediyor.
Bir ticaret için birkaç aylık seyahate çıkıyor, seyahat dönüşünde kuşu kapattık gittik herhalde bu kuş ölmüştür diye kutuyu açıyor. Baksa ki kuş ölmemiş sapasağlam hatta daha da güçlenmiş, Kutunun içerisinde tüyler görüyor. Yani ona rızık gelmiş, hayatını devam ettirmiş. Cenabı Allah (c.c) kulu için ne rızk takdir etmişse o rızık ona ulaşır, ona hiçbir şey engel olamaz. Her ne şekilde engel olmak isteseler de o rızk mutlaka yerine ulaşacaktır.
Dedi ve.Hazret (ks) bu konuyla ilgili olarak sohbetine şöyle devam etti:
rızkı Allah’u Teâlâ (c.c) ona az vermekle hem O kulun sabrını ve şükrünü imtihan eder, hem de zenginlerin ona yardım edip etmeyeceği hususunda zenginleri imtihan eder. Yani Allah’u Teâlâ rızkı az verdiği kimseyi sabrı ve şükrü ile çok verdiği kimseyi de fakire fukaraya yardım edip etmeyeceği konusunda imtihan ediyor.
Bu hadiseye bağlı olarak; Cenabı Allah dileseydi rızkı çok verirdi. Kuşa verdiği gibi rızk için çalışmak, çaba sarf etmek, gayret göstermek, sıkıntılar çekmek gereklidir. Ama insana ne kadar çok çalışırsa çalışsın ne kadar gayret gösterirse göstersin ancak Allah’u Teâlâ’nın takdir ettiği kadar rızık verilecektir. Allah’ın (c.c) takdirine boyun eğmek şarttır. Çalışmak tedbirdir.
Bugün her şey haram olmuş, yani haram karışıyor. Biz kazancımıza. Dikkat edersek. Helalinden kazanırsak. Eğer haram karışırsa insanların çabuk düzelmesi çok zor bir hale gelir. Eğer kazancımıza, yediğimize, içtiğimize dikkat edersek, o zaman biraz fayda görürüz ve günah işlememeye gayret etmemiz lâzımdır. Ama dikkat etmezsek, Allah’tan korkmazsak, o zaman düzelmemiz çok zor olur., Allah’ın (c.c) verdiği nimetlere, dünya malına kanaat etmek gerekir. Biz Allah’tan hâlâ dünya malı serveti istiyoruz. Allah’ın verdiğine kanaat etmiyoruz. Bizim dünyayı istememiz, kalbimizdeki imanın zayıflığındandır. İhtiyaçlarımız fazlalaşmış. Biz eskiden kilimde otururduk, şimdi halı var. Eskiden koltuk yoktu, şimdi var. Dünyaya yöneldik. Bu fani dünyayı ahiretten çok sever olduk.
Eski zamanki Müslümanlar, yarını yarından sonrasını düşünmezlerdi. Rızık endişesi yoktu. Çünkü Allah’u Teâlâ (c.c) rızka kefildir. Dünyada biz emanetçiyiz, Allah’u Teâlâ bizlere şükrünü eda edebileceğimiz servet, şükrünü eda edebileceğimiz evlat versin. Âmin.
Peygamberler dünya malını istemediklerinden Allah’tan (c.c) ekmek bile istemezlerdi, karınlarına taş bağlarlardı.
Hazret (ks) bu konu hakkında anlamlı bir kısa Menkıbe nakletti:
Evliyadan biri, imamın arkasında namaz kılmış. Cemaat dağıldıktan sonra, imam evliyaya sormuş: “ Sen bir yerde çalışmazsın, ne yersin ne içersin, yiyeceğini nerden temin edersin?” Evliya da kalkmış imamla kıldığı namazı iade etmeye karar vermiş.“ Benim namazım fasit oldu demiş. Çünkü sen Allah’tan gafilsin, Allah’u Teâlâ (c.c) rızka kefildir. Rızkı Allah’u Teâlâ (c.c) verir.” Demiş.
Hazret (ks) bu konuda Derviş ile Tilki Menkıbesini nakletti:
Dervişin biri ormanda gezerken topal, hasta bir tilki gördü, hayrete düştü. 'Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?' Diyerek, Allah'ın Lûtfu’na hayran oldu.
Derken bir aslan çıkageldi, ağzında bir çakal leşi taşıyordu. Bu güçlü hayvan avının bir kısmını yedi, karnı doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.
Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine: 'Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah, benimkini neden göndermesin? Diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü.
Düşündüğü gibi de yaptı: Mağaranın birine çekilerek ebedi itikâfa niyet etti. 'Rızkım Allah'ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor. Diyerek beklemeye başladı.
Bekledi, bekledi... Ne gelen ne giden... Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi, bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken, bulunduğu mağaradan bir ses geldi:
Ey tembel adam! Diyordu ses, kendini topal bir tilkiye benzeterek neden miskin, miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı aslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan başkasının artıklarını yemek değil, başkalarına artık bırakmaktır.
Gücüyle aslan gibi olan, başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kolları sıva. Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.
Hazret (ks) bu konuyu İkramın önemi hakkında tavsiyelerle tamamladı:
Allah'ın kullarına iyilikte bulunan, iki cihanda da iyilik görür. Yaşlıya yoksula yardım elini uzat!
İKRAM: Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yahut başka bir şey sunma manasına gelir.
İkram sünnettir ve çok önemlidir. Allah’u Teâlâ en cömerttir, Cömertleri sever.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kim mü'min kardeşine ikram ederse, Allah’u Teâlâ da ona ikram eder.” (H.ş)
“Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna eza (eziyet) etmesin; Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, misafirine ikram etsin; Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yahut sussun.”(H.ş)
Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır: Misafire ikram sevaptır. Misafire ikram etmek için kesilen hayvan, yalnız Allah için kesilir Bir kimse gelince, kesilen hayvanın etinden, ona da ikram edilince, hayvanı Allah rızası için kesmiş, faydası misafire olmuş olur.
Tanıdığın bir Müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikram edersen iyi olur. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al.Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve dua et. Kim saçı sakalı ağarmış Müslüman bir kimseye ikram ederse, Allah (c.c) da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikramda bulunacak kimseleri vazifelendirir, ona da ikram ederler.
ALLAH NASIL MİSAFİR EDİLİR?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
— Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (hâşâ) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir.» Diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacatta bulunmak istediğinde. Allah (c.c) tarafından şöyle nida olundu:
— «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir.» Dedi.
Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim.» Buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşamüstü uzak yollardan geldiği belli; Yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım.» Dedi.
Hz. Musa Aleyhisselâm:
— Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir hâlâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, hâlâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa Aleyhisselâm hayretler içinde çok üzüldü.
İkinci gün Hz. Musa Aleyhisselâm Tur'a gidip:
— Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın. Ya Allah sözünde durmadı.» Diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
— Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»
Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
— Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi.
Bu nasıl olur? Dediğinde. Cenabı Allah (c.c):
— «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz.» Buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta. Allah o kimseden razı olmaktadır.
MİSAFİR GELMEYİNCE ÜÇ AY BİR ŞEY YEMEDİ (Menkıbe)
Hz. İbrahim Halilullah misafiri çok severdi. Hatta bir defasında misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezretmişti. Evinde her zaman misafir bulundurur, misafir gelmezse kendisi arar bulur. Yine misafirle yemek yerdi. Hikmeti ilâhî bir defa öyle oldu ki, tam bir ay misafir gelmedi.
Hz. İbrahim (as) de misafirsiz yemek yemeyeceğine dair nezrettikleri için, bir ay yemek yemedi.Bir ay sonra da misafir gelmeyince, kendisi aramaya çıktı. «Acaba benim gibi misafire itibar eden bir kimse daha var mıdır?» Diye düşünerek gidiyordu. Bir misafir bulmak için hayli yol kat ettikten sonra bir de baktı ki, oralarda bir adam daha gezmekte.
Ona:
— Ne arıyorsun buralarda? Diye sordu. O zat:
— Misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezrettim, üç aydan beri bir misafir gelmedi, misafir aramaya çıktım. Şimdi Allah seni gönderdi. Buyurun eve gidip yemek yiyelim, diyerek. Halilürrahman'ı evine davet etti.
Hazreti İbrahim (as) hayrete düşmüştü. Kendisi bir aydır açtı ama o zat, üç aydan bu yana bir şey yememişti. Eve gittiler, Allah ne verdi ise yediler, sohbet ettiler, ibadet ettiler, ayrılma zamanı geldiğinde o zat-ı şerif bir odanın kapısını açarak:
«Bu içerdeki kıymetli şeylerden ne beğenirsen al!» Dediğinde, Hazreti İbrahim (as):
— Bana dua eyle, dedi.
Fakat o, çok zamandan beri dua etmediğini ve Allah'a dua etmeye de artık dilinin varmadığını söyleyerek, kendisini mazur görmesini diledi.
Hazreti İbrahim (as):
— Niçin duayı terk ettiniz? Diye sordu. O zat:
— Senelerdir Allah'tan bir isteğim var, Allah o isteğimi yerine getirmedi. Ben de demek ki benim duam kabule şayan değil ki, Cenab-ı-Allah kabul etmiyor diye bir daha dua edemiyorum, dedi.
Hz. İbrahim (as) isteğinin ne olduğunu sorduğunda o mübarek zat:
— Allah'ın Resulü Halilürrahman, dünyada benim zamanımda yaşıyormuş. Fakat bu zamana kadar onu görmek nasip olmadı. Allah’tan, O'nu bana göstermesini istedim, O da kabul edilmedi, dediğinde Hazreti İbrahim (as):
— Ey Allah'ın âşık, sadık kulu: Müjdeler olsun sana, Allah senin duanı kabul etti. İşte ben, Halilullah İbrahim nebiyim. Cenab-ı Allah, bu güzel ahlâkından dolayı, beni senin evine misafir etti.
Ben de bir aydan beri misafirsiz yemek yemeyeceğim diye aç gezdim ve bir misafir aramak kastıyla yola çıkmıştım. Demek senin duan kabul olunduğu için Allah beni ta buralara kadar getirip seninle görüştürdü, buyurdu.
Cenab-ı Allah misafire olan hürmetinden dolayı, onun evine Peygamberini göndererek memnun etmişti.
EVLİYAYA İKRAM ETMEYENİN HALİ (Menkıbe)
Şeyh Ebu Abdullah-ı Dineverî (ks) Hazretleri ömrünün son yıllarında seyahate çıkmıştı. Seyahat esnasında Vadiü'l - Kur'a denen yere vardı. Orada bir mescide yerleşti. Yorgunluk ve ihtiyarlık sebebiyle daha fazla yürümeğe mecali kalmamıştı. Orada ona hiçbir yiyecek vermedikleri gibi evlerine de misafir etmediler. O mübarek bir gece yatsı namazından sonra yine aç susuz mescidde kalakaldı. Cenab-ı Allah ömrünü tamamlamıştı. O gece mescide vefat etti. Sabahleyin gelen cemaat ona kefen hazırlayıp, cenaze namazını kılarak defnettiler. Fakat bir Allah dostunu gücendirmişlerdi. Onlardan tabii ki Allah da razı olmayacaktı.
Ertesi gün, mescide geldiklerinde o garip yolcuyu sarıp defnettikleri kefeni mihrapta buldular. Üzerinde bir parça kâğıda şöyle yazılmıştı:
— Benim dostlarımdan birisi size geldi. Siz onu misafirliğe kabul etmediğiniz gibi yemek bile vermediniz. Benim dostum sizin bu merhametsizliğiniz yüzünden açlıktan mescide vefat etti. Bizim sizin kefeninize ihtiyacımız da yoktur.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Tedbirden bahsetti:
TEDBİR: Bir şeyi elde edecek veya önleyecek yol, çare; Bir işin sonunu düşünerek hareket etmek manalarına gelir.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Tedbir gibi akıl, güzel huy gibi asalet olamaz. (H.ş)
İnsan bu âlemde; Sebeplere yapışmakla vazifelidir. Allah’u Teâlâ’nın kendisi için takdir buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın, tedbirin, kaderde olacak (ezelde yazılan) şeylere mâni olamayacağına inanması da insanın vazifesidir.
Kul tedbir alır, takdiri bilmez; kişinin tedbiri ile Allah’u Teâlâ’nın takdiri değişmez. Tedbir almak şarttır, tedbir bizden takdir Cenab-ı Hak’tandır. Ne Takdir oldu ise takdire boyun eğmek lâzımdır.
Takdir-i İlâhî:
Allah’u Teâlâ’nın, olacak hâdiseleri ezelde ilmi ezelîsi ile bilip tayin etmesi.
TAKDİR: Allah’u Teâlâ’nın, olacak hâdiseleri ezelde. “Başlangıcı olmayan. Öncelerde. “İlmi. Ezelîsi. “Başlangıcı olmayan ilmi” ile bilip tayin etmesi.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim’de buyurdu ki:
O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de istirahat için, güneşi ve ayı da vakitler için bir hesap olarak yarattı. İşte bütün bunlar mutlak galip olan (her şeyi) kemaliyle bilen Allah’u Teâlâ’nın takdiridir. (Enam 96)
O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur. Hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yarattı ona bir nizam verdi. Onun mukadderatını takdir buyurdu. (Furkan 2)
Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfuza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nimetlerden mağrur olmayasınız. Allah’u Teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez.(Hadîd 22)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“İbadet yapınız. Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur”. (H.ş)
Allah’u Teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur. Fakat bir kimseye kendisi için ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana gıda ve ilâç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdir edilmiş olana batıya giden yollar kapanır.
İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdiri bilmez. Allah'ın takdiri, kulun tedbiri ile değişmez. (İmam-ı Rabbanî ks)
Hazret (ks) Takdir konusuna, Kaza ve Kader konusuyla açıklık getirdi:
Allah’u Teâlâ’nın meydana gelecek hâdiseleri ilmi ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdir etmesi ve bu hâdiselerin zamanı gelince. Allah’u Teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması.
Allah’u Teâlâ’nın bir şeyin varlığını ezelde bilip, takdir etmesine Kader, kaderin yani varlığı dilenilen şeyinzamanı gelince yaratılmasına Kaza denir. Kaza ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.
Rasulullah Efendimiz (sav) bir kutsi hadiste şöyle buyuruyor:
Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın.
İmanın şartlarından biri de kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah’u Tealâ’dan geldiğine inanmaktır.
Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir.
Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse Cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, Cenâb -ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır.
0 yorum:
Yorum Gönder