11 Haziran 2015 Perşembe

18000 ALEMDEN BAZILARI




  Kur’anda geçen “ Rabbul alemin” tabirinde, alimlerimiz 18.000 alem demişler. Bu rakam kesretten kinayedir. Yani arap edebiyatında 7, 70, 700, 7000, 70.000 veya 18.000, 28.000 gibi sayısal ifadeler çokluğu ifade etmek içindir. Halbuki alimlerimizin çoğuna göre her bir insan her bir hayvan her bir bitki veya her bir melek her bir cin bir alemdir. Hatta her bir hücre başka hücrelere benzememesi dolayısıyla bir alemdir. İşte Allah “ alemlerin Rabbidir” veya “ey habibim! Seni alemlere rahmet olasın diye gönderdik” gibi kur’ani ifadeler tamamıyla tüm kainatı ve içindeki her bir hayat sahibin hatta cansızları da içerisine almaktadır. 

   Allah yoktan var edendir. Su gibi basit bir maddeden günümüze kadar keşfedilmemiş türler hariç milyonlarca hayvanlar ve insanlar alemini yaratmıştır. Hayvanat olsun insan olsun hepsinin yaratılış sebebi sudur. Ancak mahiyetleri farklıdır. Mesela hayvan ve insandaki hayat birbirine benzer iken bitkilerdeki hayat daha farklıdır. Ustad Bediüzzaman bunu risale-i nurda ukde-i hayat olarak tabir ediyor. 

   İfade ettiğiniz gibi Kainatta cinsleri ve kayıtları birbirinden farklı çok alem mevcuttur. Bazı alemler özellikleri itibari ile maddidir ve maddeye has kuralları vardır. Bazı alemler ise nurani ve latiftir. Mesela Uzaya giden bir adam oraya has kıyafetler giymektedir. İşte öylede diğer alemlerin yapısı ve özelliklerini ve kurallarını okuyabilmek için o aleme has gözlükleri takmamız gerekir ki o alemi anlayalım. Yoksa yaşadığımız alemin kuralları ile kıyaslayarak bunu anlamak mümkün olmayacağı kutuplarda yazlık kıyafetler ile dolaşmak gibi olacaktır.

Mesela kelime ve mana ilişkisini ele alalım. Yaşadığımız alem kelime gibi bir kavramdır. Manada latif nurani alemlere yakın bir kavramdır. Nasıl ki kelimelerden makaleler, dergiler gazeteler kitaplar çeşit çeşit yazı, sesli ve görsel öğeler oluşturulabiliyorsa. Kelimelerin esası olan manalardan da ona munasip çeşit çeşit hayatı ve şuuru olan varlıkların yaratılması gayet mümkündür.


Evet Allah sudan hayatı ve şuuru olan canlıları yaratmıştır ve yine öylede latif ve nurani olan manalardanda şuur ve hayat sahibi olan varlıkları yaratabilir ve yaratmıştır. Ancak bunları anlamak yukarıdada dediğimiz gibi o alemleri görmek için o alemin gözlüğünü takmak gerekir. Yoksa şu an bile bazı bilim kuruluşlarının uzayda hayat varmı canlı varmı diye uzaya gönderdikleri araç ve gereçler ile gezegenlerde insan hayatı için gereken maddeleri yani su vb. maddeleri aramak ve bulmamak orada canlı ve hayat olmadığını göstermez. Bize insan hayatı için gerekli kuralların olmadığını gösterir. Çünkü bakış açımız bu alemdeki kurallara göre olduğundan arayacağımız ve bulub bulamayacağımız şey ise bu alemin kurallarına göre olacaktır.

ÂLEM: Bütün cihan. Kâinat. Dünya. Her şey. Cemaat. Halk. Cemiyet. Dehr. Hususi hal ve keyfiyet. Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire. (Cenab-ı Haktan gayrı mahlukata Âlem denmesi, mucidi olan Zât-ı Ecelle ve A'lâ Hazretlerini bilmeğe delâlette vesile olduğuna mebnidir. L.R.) (Semâvatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlukat, birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir.( Rabbulalemin ) tâbiri ise, "Doğrudan doğruya, her âlem, Cenâb-ı Hakkın rububiyyeti ile idâre ve terbiye ve tedbir edilir" demektir. M.) Yani insanlar alemi - hayvanlar alemi - bitkiler alemi vs. şeklinde değil de , âlem kelimesini gruplandırabiliriz

ÂLEM-ı ÂHıRET (الآخرة) : Âhiret âlemi.

   Arapça'da ‘son, sonraki’ anlamına gelen ‘âhir’ kelimesinin müennesidir. Dünyadan sonra gidilecek son ve asıl mekânımız olan ebedi âlemin adıdır.
Ahirete iman, imanın altı esasından biridir
“Onlar ki sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler, onlar ahirete de kesin olarak inanırlar.” (Bakara, 4)
Ahiret âleminin başlangıcı kıyamettir
Kâinata baktığımızda her şeyin bir ömrü, dolayısıyla da bir eceli olduğunu görmekteyiz. Bugün bilimin de kabul ettiği gibi dünya, ömrünün sonuna doğru yaklaşmaktadır.
Dünyanın sonu İsrafil (as) isimli meleğin Sûr’a üflemesiyle olacak, kıyamet tüm dehşetiyle kopacak, bütün canlılar ölecektir.
Bu hakikati Allah (cc)Kur'ân-ı Kerim’de birçok ayetle haber vermiştir:

“Gök, infitar ettiği (yarıldığı) zaman!”
“Güneş tekvir edildiği (dürüldüğü, nuru narından ayrıldığı, ışığı giderildiği) zaman!”
“Ve yıldızlar, (karartılarak) döküldüğü zaman!”
“Ve dağlar, yürütüldüğü zaman!”
“Denizler tutuşturulduğu zaman!” (İnfitar, 1/ Tekvir, 1-2-3-6)
•“Sura ilk üfürüldüğünde yerde ve gökte olanlar, dehşetten ölürler. Ancak Allah’ın istisna ettiği Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği olan Azrail kalır. Sonra Allah ölüm meleğine, Cebrail’in, Mikail’in sonra İsrafil’in ruhlarını kabzetme emrini verir. Son olarak ölüm meleğine emir verir, ölüm meleği de ölür.” (İhya-i ulumi’d-Din) 
•Daha sonra İsrafil (as) tekrar yaratılır, onun ikinci defa Sur’a üflemesiyle, Allah’ın (cc) izniyle bütün canlılar tekrar dirilir: 

“Nefisler birleştirildiği (ruhlar bedenlerle bir araya getirildiği) zaman!” (Tekvir, 7)

“O gün Sur’a ( ikinci defa) üflenir, bölük bölük gelirsiniz.” (Nebe, 18)
Ahiret kavramının içerdiği manalar:
•İkinci dirilişten sonra toplanılacak olan yere 'Mahşer', mahşer meydanına toplanmaya ‘Haşir’ denir. 
“Rabbimiz! Muhakkak ki sen, kendisinde hiçbir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Doğrusu Allah, vaadinden dönmez!" (Âl-i imran, 9)
•Ömrün nasıl ve nerede harcandığının sorulup insanın hesaba çekilmesine ‘Hisab’ denir. 

“O gün (hesap için rabbinize) arz olunursunuz; sizden hiçbir sır, gizli kalmaz." (Hakka, 18)

“O vakit kitabı sağ eline verilen, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Ama kitabı arkasından verilen “Yetiş ey ölüm!” diye bağıracak ve alevli ateşe girecektir.” (İnşikak, 7-12)
•İyilik ve kötülüklerin tartılacağı terazi ise ‘Mizan’ dır. 
"Kıyamet günü (amellerin tartılması için) adalet terazilerini kurarız; artık kimse bir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal danesi ağırlığında (bir amel) bile olsa onu getiririz. Hesap görücüler olarak da biz yeteriz." (Enbiya, 47)
•Mahşerde, başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün peygamberler, şehitler, âlimler, hayırlı evlatlar gibi Allah’ın (cc) seçmiş olduğu kimseler, günahkâr mü’minlerin affını talep edeceklerdir. Buna ‘Şefaat’ denir. 
“Her Peygamberin, müstecab (kabul olan) bir duası vardır. Ben duamı, ümmetime şefaat etmek için ahirete sakladım.” (Buhârî)
“Ahirette ilk şefaat eden ve şefaati kabul olan ben olacağım.” (İbn-i Mace)
• Kıyamet günü, Hz. Muhammed’in (asm)elinde olup, altında mü'minlerin toplanacağı sancağın ismi “Liva’ül-Hamd”dır. 

“Ben kıyamet günü Liva’ül-Hamd’ın (hamd sancağı) taşıyıcısıyım.” (Tirmizi)
“Övünmek için söylemiyorum, kıyamet gününde sancak benim elimde olacaktır.” (İbn-i Mace)
•Hz. Muhammed’in (asm) ümmetiyle birlikte bir daha susamamak üzere suyundan içecekleri havuza ‘Kevser’ denilmektedir. (Kevser’in sırattan önce mi yoksa sonra mı olduğu konusunda ihtilaf vardır. Makbul görüşe göre iki adet Kevser mevcuttur. Biri cennetin içindedir, diğeri sırattan önce ve mahşer yerindedir.) (Kütüb-i Sitte) 
“Havzımın genişliği bir ayda yürünebilecek kadardır. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoş, bardakları gökteki yıldızlar kadar çoktur. Kim ondan içerse ebediyen susamaz.” (Buhârî ve Müslim)
•Cennet ya da cehenneme gitmek için üstünden geçilecek köprüye ‘Sırat’ denir. 
“Sırat, cehennemin üzerine kılıç ağzı gibi ince, kaygan, (üzerinde yürüyeni) düşürecek bir halde kurulur. Üzerinde kızgın demirden kancalar vardır. Onlar cezaya layık kimselerin vücutlarına takılıp tırmalar. Orada tutulup mahvolanlar, yere çarpılanlar vardır. İnsanlardan bir kısmı yıldırım gibi geçip gider, orada hiç beklemez. İşte bu kurtuluştur. Kimi rüzgâr gibi geçer hiç eğlenmez. Bu da onun kurtuluşudur. Sonra atın hızıyla geçenler, sonra yayanın koşuşu ile geçenler, sonra yaya olan kişinin normal yürüyüş hızı ile geçenler. Nihayet sonuncu insan, cehennemin yakıp rengini değiştirdiği bir kişi olur. Allah kendisini rahmetiyle cennete koyuncaya kadar sıratta çeşitli zorluklarla karşılaşır.” 
(Taberânî)
•Mü'minlerin Allah’ın (cc) lütfuyla girecekleri ve sonsuz güzelliklere kavuşacakları yer ‘Cennet’tir. 
“İman edip salih amel işleyenler var ya, işte onlar cennet halkıdır; onlar orada sürekli kalıcıdırlar.” (Bakara,82)
•Kâfirlerin ebedi olarak azap çekecekleri yer de ‘Cehennem’dir. 
“Küfürlerinde bilinçli olarak ısrar edip ayetlerimizi yalanlayanlar var ya; işte onlar ateş halkıdırlar; onlar orada sürekli kalıcıdırlar.” (Bakara, 39)
Günahkâr olan müminler ise; günahları ölçüsünde cehennem azabı gördükten sonra cennete girerler.
Fakat bunlarla birlikte bilmemiz gereken şu ki; “sur, mizan, sırat, kevser” gibi ahiret âlemine ait ifadelerin “boru, terazi, köprü, havuz” şeklinde tasvir edilmeleri insan aklına yakınlaştırmak içindir. Asıl suretlerini ahiret âlemine gittiğimizde göreceğiz. Dünyadakilerle kıyaslayarak hayal ettiğimiz şekiller, elbette onların gerçek suretleri değildirler.


ÂLEM-ı ARZ : Yeryüzü âlemi.

ÂLEM-ı BÂKÎ : Sonsuz olan âlem.

ÂLEM-ı BEKA : Sonsuzluk âlemi.Beka aleminin en büyük tamamlayıcısı ve esası hükmünde olan insanlar ve cinler, bu alemden o aleme gidecekler demektir. Yani cennet ve cehennem halihazırda mevcutlar, lakin en büyük tamamlayıcısı ve sakini olan insanlar oraya gitmedikleri için, o alem kemalini bulmamıştır. Kemalini ancak insanlar oraya girince bulacaklardır.

  Nasıl inşaatın kaba işleri bitip bir iki ince işi bitmeden yerleşmek mümkün olmadığı için "inşaat bitmedi" denilir. Aynı şekilde ahiret her şeyi ile yaratılmış, muntazır bekliyor, lakin en önemli unsuru olan insan oraya girmediği için tam bitmiş addedilmiyor. Bu ifadeler buna matuftur, yoksa ahiret halihazırda mevcut değildir demek, yanlış ve batıl bir görüştür.

Nitekim Üstad Hazretleri bu hususu bizzat izah ediyor:

"Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâya ait çok vezâifi, dünyada ve âlem-i berzahta görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir. Âlem-i âhirette, küre-i arz nasıl ki sekenesini medar-ı senevîsindeki meydan-ı haşre döker. Öyle de, içindeki Cehennem-i Suğrâyı dahi Cehennem-i Kübrâya emr-i İlâhî ile teslim eder. Ehl-i İtizâlin bazı imamları "Cehennem sonradan halk edilecektir" demeleri, halihazırda tamamıyla inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabâvettir."(1)

(1) bk. Mektubat, Birinci Mektup

ÂLEM-ı BERZAH (برزخ): Ruhların Kıyâmete kadar bekledikleri âlem.
  Berzah âlemi. Kabir âlemi.(Âlem-i ziyâ, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz küçük bir yerde içtimâ ederler. M.N.)(Nass-ı Kur'anla, şühedânın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.
     Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar Kemâl-i saâdetle mütelezziz oluyorlar.. Ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. 

Kaynak 2: Berzah, iki şey arasına giren engel, iki nesneyi birbirinden ayıran şey demektir. Dünya ile ahiret arasına girdiği için ölüm ânından kıyamete, insanların tekrar dirilmelerine kadar geçecek olan zamana da Berzah denilmiştir.

İslâmî bir terim olarak âlemi berzah ise insanların ölüm anından itibaren ruhlarının gittiği ve kıyamete kadar geçici olarak bulunduğu yere denir. (Ö.N. Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam, s. 247). Bu, ahiret hayatının ilk merhalesidir.

Ölümle beden hayâtiyetini kaybeder. Fakat ruh ölmez. Ruh bedeni terkedince daha üstün bir âlem olan âlem-i berzaha intikâl eder. Kıyamette, insanların tekrar diriltilmesine kadar orada kalır.

İnsan ruhunun üç safhası vardır:

a-Dünyada bedenimizdeki durumu,

b-Öldükten sonra âlem-i berzahdaki durumu,

c-Ahirette tekrar dirilme ile başlayan durumu.

Dünyada ruhumuz bedenimizle beraberdir. Mutluluk ve mutsuzluğu, keder ve sevinci ruhumuz bedenimizle beraber tadar. Ahirette, tekrar dirilince de durum böyle olacaktır.

Âlem-i berzah’da ise azap ve nîmeti tadan sadece ruhtur. Gerçi insan bu dünyada yaptığı iyi veya kötü amelinin karşılığını ahirette tekrar dirildikten sonra görecektir. Ama berzah âleminde de bunu az veya çok tadacaktır. Kur’an-ı Kerîm’in bildirdiğine göre âlem-i berzah’da Firavun ve yandaşları gibi kâfirler azap görecekler (el-Mü’min, 40/45-46), güzel amel işleyen müminler ise Allah’ın mükâfat ve nîmetine mazhar olacaklardır. (Âli İmran, 3/169-171).

Ruhun âlem-i berzahdaki durumu insanın uyku hâline benzetilebilir. İnsanın uyku hâli nasıl ki yaşayışla ölüm arasında başka bir âlemdir; bunun gibi âlem-i berzah da dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında ve fakat tamamen değişik bir âlemdir.
   Nasılki, iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saâdete mazhar olur.İşte Âlem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyyeden istifadeleri, öye farklıdır.

    Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat'îdir. Hatta Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza (R.A.), mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi.. ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş.
  Berzah alemindekilerin de kendilerine göre bir hayatı vardır, lezzetleri, elemleri, ferah ve sevinçleri hisseder. Fakat henüz madde aleminde bulunanlar, ruhun bedenden sonraki hayatını ve orada kişinin neler hissettiğini, nelerle karşılaşacağını normal duyularıyla hissedip bilemez. Bu hususu, ancak ilahi gerçeklere vakıf olan Peygambermiz (asm)'den öğreniriz.

   Mümin ruhların berzah aleminde birbirleriyle görüştüklerini Peygamberimizin (asm) hadislerinden anlamaktayız. Ayrıca ölülerin hayattakilerden haber aldıkları ve kabirlerinin başına giden kimseleri gördükleri yine rivayetlerde vardır. Onlar için yapılan dua ve manevi hediyelerin kimlerden geldiğini bilebilirler.

Mümin ruhlar nimet içinde oldukları için ve ruhları serbest oldukları için serbest dolaşabilirler. Ancak kafirlerin ruhları ve günahları fazla olan müminlerin ruhları azabla meşguldurlar.

"Berzah alemindeki yaşayış nasıldır?" sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der:

"Bu âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır. Fakat bu tabakalar başlıca dört sınıftır.

Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki, iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır.

İkincisi ise tabiî uyku halinde olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır.

Üçüncüsü behîmî (hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır.

Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler." (Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I/34-36).

Nesefi'nin Bahrü'l-Kelâm’ında şöyle denilmiştir:

"Ruhlar dört guruptur: 

Peygamberlerin ruhları ki, cesedinden çıkar, misk ve kâfur gibi güzel kokulu cesedinin şekline girer. Cennette olur. Yer içer fayda­lanır, geceleyin de Arşa asılı kandillerin içinde barınır. 

Şehidlerin ruhları ki, cesedlerinden çıkar, Cennette yeşil kuşlar içinde olurlar, yer, içer, faydalanır ve geceleyin Arşa asılı kandiller­in içinde olur. 

Müminlerden ehl-i itaat olan ruhlar ki, Cennet etrafında olurlar. Yemez, içmez, faydalanmazlar, fakat Cennete bakmakla istifa­de ederler. 


Mü'minlerden ehl-i isyan ruhları ise gökte ve yerde havada olur­lar. Kâfirlerin ruhları ise onlar, Siccinde yerin yedinci katının dibinde siyah kuşlar içindedirler. Cesedleriyle ilişkileri vardır. Güneş gökte iken ışığı yerde olduğu gibi..."

Berzah Âleminin Görünümü

İnsan ruhu, dünya hayatının sona ermesiyle "latif bir cisimde" karar kılar ki, o cisim maddi cismin birçok arazlarından uzaktır. Buna "misâlî beden" veya "misâlî kalıp" derler. Ne tamamen mücerrettir, ne de sırf maddidir. Belki "berzahî tecerrüd" (berzaha has bir nevi mücerretlik)tir. (Örneğin: Suyun bir saksının içinde bulunmasıyla bir naylon poşetin içinde bulunmasının farklı olduğu gibi. İlki kalın bir cismin, ikincisi ise latif bir cismin içinde bulunmaktadır. Suyun, naylonun dışından görüldüğü gibi, bazıları da berzahî suretleri/şekilleri görebilirler.) Elbette madde âleminin zindanında esir olarak yaşayan bizler için bu konunun apaçık anlaşılması mümkün değildir; ama biraz da olsa anlaşılabilmesi için bilginler bu durumu uyku haline benzetmişlerdir.

Allame Meclisi’nin dediğine göre berzah âleminin uyku ve rüyaya benzetilmesi, birçok hadiste zikredilmiştir.

Her insan rüya âleminde, ruhunun, kalıbından yararlanarak bazen çok geniş ve güzel yerlere gittiğini, oralarda görkemli manzaralarla ve birçok nimetlerle karşılaştığını, onlardan istifade edip lezzet aldığını görmüştür. Bazen de tersine korkunç manzaralar görüp çok korkmuş, rahatsız olmuş ve bağırıp ağlayarak uykudan uyanmıştır.

Bu benzetmeye (rüya âlemi) dikkat edildiğinde, berzah âleminin görünümü, bir miktar daha kolay anlaşılır. İsminden de anlaşıldığı üzere “misali cisim”, bu bedenin benzeridir. Ama bu yoğun maddeli unsura sahip değildir. Belki nurani, maddeden ve bu âlemin bilinen unsurlarından soyut latif bir cisimdir.

Bazılarına göre: “Misalî kalıp” herkesin bedeninin bâtınında vardır ve sonuçta ölüm anında bedenden ayrılarak kendi “berzah” hayatına başlamış olur. Buna göre ruh, ölümden sonra "tenasuh" meydana gelmesin diye ayrı bir bedene intikal etmez. Belki, kendi batınında bulunan misâlî kalıbına intikal etmektedir.[1]

Hadislerde de “misâlî cisme” işaret edilmiştir. Bunlardan birinde; birisi İmam Cafer Sadık'a (a.s):

"Bazıları müminlerin ruhlarının, arşın etrafında bulunan yeşil renkli kuşların kursaklarında bulunduğuna inanıyorlar?" diye sorar. İmam da şöyle buyurur:

"Bu inanç doğru değildir. Mümin, Allah katında onların ruhlarını, kuşların kursaklarına koymasından daha kıymetlidir. Belki ruhları önceki bedenlerine benzer (bir) bedendedir." [2]

Yine İmam şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ müminin ruhunu aldığı vakit onu dünyadaki “kalıbına” benzer bir kalıba yerleştirir."

Sonra İmam şöyle devam etti:

"Bu ruhlar, (berzah kalıbında) yiyip içerler, birisi onların (yanına) geldiğinde, onu dünyada olduğu şekliyle tanırlar." [3]

Bu hadislere göre, müminlerin berzah âlemindeki ruhları, berzah cennetinin bağlarında ve odalarındadırlar. Kâfirler ve mücrimlerin ruhları ise, berzah ateşi ve azabına müptela olmuşlardır ve Yemen'de bulunan Hadramevt'te, Berehut (Berehevt) denilen yerde dururlar. [4] Müminlerin ruhları ise Necef-i Eşref'te bulunan Dâru’s-Selâm'dadır.[ 5]



Kur'ân ve Hadislerde Berzah Âleminin Uykuya Benzetilmesi

Zümer Sûresi 42. âyette şöyle buyurulur:

"Allah, ölecekleri vakit onların canlarını alır. Ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir."

Bu ayet-i kerime açıkça ölüm ile uykunun aynı cinsten olduğunu beyan etmektedir. Allah Teâlâ, her iki durum (ölüm ve uyku)da da canı almaktadır. Şu farkla ki; Allah Teâlâ eceli erişen kimsenin ruhunu tutar. Eceli gelmeyenin ruhunu da uyandığında belirli bir vakte kadar salıverir.

Hadislerde de ölümün uykuya benzetilmesi, birçok yerde geçmiştir. Burada bir tanesini örnek olarak zikrediyoruz:

Birisi İmam Cevad’a (a.s): “Ölüm nedir?” diye sorduğunda, İmam cevap olarak şöyle buyurdu:

"Ölüm, her gece yaşadığın uyku gibidir. Ama şu farkla ki ölümün müddeti uzundur ve insan bu uykudan kıyamet gününde uyanacaktır. Rüya âleminde rüya gören insanlar, türlü sevinçler, dehşetler ve zorluklarla karşılaşırlar. Ölüm âleminde de böyledir ve insanın başına acı ve tatlı hadiselerin gelmesinin başlangıcı, işte bu ölümdür. Kendinizi ona hazırlayın." [6]

Elbette şu hususu da hatırlatmada yarar var: Berzah âlemi, âhiret ve kıyametle kıyaslandığında bir açıdan, bir çeşit uykudur. Ama dünya hayatına kıyasla, dünya hayatından daha geniş bir hayata sahiptir. Bu yüzden hadislerde şöyle geçer:

İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.


Kur'ân Açısından Berzah

Kur'ân-ı Kerim'de, üç yerde "berzah" kelimesi geçer. Bunlardan ikisinde (Furkan: 53 ve Rahman: 20) bu kelime, denizdeki tatlı ve tuzlu su arasında "perdeleyen ve engelleyen sınır" anlamındadır ve iki tür suyun birbirine karışmasını engellemektedir.

Fakat bir yerde (Mü’minûn: 100. âyette) berzah âlemini ifade etmektedir ve açıkça şöyle buyurulmaktadır:

"Onların önlerinde, diriltilip güne kadar bir berzah vardır."

Diyebiliriz ki; bu ayet ve birçok hadiste geçen berzah kelimesi, ölümden sonra, kıyamet gününe kadar olan berzah âlemi'ni ifade etmektedir.

Yukarıda zikredilen ayete ilave olarak Kur'ân-ı Kerim'de, berzah âlemiyle ilgili birçok ayet de vardır. Açıkça veya işaret yoluyla berzah âleminden söz edilmiştir. Burada birkaç ayeti zikredelim: Bir kısmı, salih kulların berzah âlemindeki mükâfatlarının beyanı hakkında, bir kısmı ise salih olmayanların berzah âlemindeki azapları hakkında açıklık getirmektedir.

1. Ayet:

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Aksine onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar. Allah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlar arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir." [7]

Bu ayetin bir benzeri de Bakara: 154’te zikredilmiştir.

2. Ayet:

(Âl-i Yasin’in mümini Habib-i Neccar zalimlerin eliyle şehadete eriştiğinde Allah tarafından) Ona: "Cennete gir" denildi. O da: "Keşke benim kavmim de bilseydi" dedi. "Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını." [8]

3. Ayet:

"Ateş; sabah-akşam, ona sunulurlar. Kıyamet saatinin kopacağı gün; Firavun'un etrafındakileri, azabın en şiddetli olanına sokun, (denecek)." [9]

Firavunun sunulduğu sabah ve akşam azabı, onların berzah azabıdır.

Nuh: 25’de ve Mümin: 11’de de berzah âlemi söz konusu edilmiştir.

4. Ayet:

"Sizden birinize ölüm gelip de: 'Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam' demezden önce, size rızk olarak verdiklerimizden infak edin." [10]

Bu ayette de kıyametten önce ve ölümden sonraki âleme, yani berzah âlemine işaret edilmiştir. Günahkârlar, (bu dünyaya) dönüp telafi etmeyi temenni ederler. Onlara cevap olarak, dönüşün olamayacağı bildirilmektedir. Bu ayetin devamında ve Müminun: 100. ayetinde de bu cevap zikredilmiştir.

Çok sayıdaki bu ayetlere ilave olarak; Kur'ân-ı Kerim'de ölüm hakkında “teveffi” (yani ruhun alınması ve tutulması, ölüm değil) tabiri olarak kullanmıştır.

Örnek olarak Zümer Sûresi 42. ayette şöyle geçer: "Allah canları ölüm anında alır." Bu tabir de cismin ölümünden sonra insan ruhunun canlı oluşunu beyan etmektedir.

5. Ayet:

"Bunlar (Nuh’un (a.s) günahkâr kavmi), hataları dolayısıyla suda boğuldular. Sonra ateşe sokuldular. O vakit Allah’ın dışında hiçbir yardımcı bulamadılar." [11]

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Nuh’un (a.s) günahkâr kavmi, boğulduktan hemen sonra aralıksız cehennem ateşine girmişlerdir. Açıktır ki henüz kıyamet gününün cehennemi oluşmamıştır. Buna göre bu cehennemden maksat, berzah âleminin cehennemidir.



Üstat Muhammedi İştihardi

[1]- Bu bahsin açıklamasını, Peyâm-i Kur’ân adlı konulu tefsirden okuyabilirsiniz: c. 5, s. 461-465.

[2]- Furû-i Kâfî, c. 3, s. 244.

[3]- age, s. 245.

[4]- age, s. 244-246.

[5]- Bihâr, c. 6, s. 243.

[6]- Meânî’l-Ahbâr, İntişârât-ı İslâmî baskısı, s. 289.

[7]- Âl-i İmrân: 169-170

[8]- Yasin: 26-27

[9]- Mü’minun: 46

[10]- Münafikûn: 10


[11]- Nuh: 25


ÂLEM-ı BEşERıYET : ınsanlık âlemi.

Alem-i ceberut : Esma-i ilahi ve evsaf-ı ilahi alemidir. Buna ayan-ı sabite, akl-ı evvel, alem-i vahdet, berzah-ı Kübra, hakikat-i Muhammediye, kabiliyet-i evvel, makam-ı ev edna, ruh-ı a'zam, ruh-i izafi, ruh-i külli, teayyün evvel, tecelli-i evvel, vahdit-i hakiki, zıll-i evvel de denir.

ÂLEM-ı CıSMÂNıYÂT : Cisimler âlemi.
ÂLEM-ı CıSMÂNıYET : Cisim âlemi.
ÂLEM-ı DÜNYA : Dünya âlemi.
ÂLEM-ı EBEDÎ : Sonsuz âlem, Âhiret.
ÂLEM-ı EBEDıYET : Sonsuzluk âlemi.
ÂLEM-ı EKBER : Büyük âlem, kâinat.

ÂLEM-ı ERVAH : Ruhlar âlemi.Ruhların ve ruhanîlerin bulunduğu âlem. 

   İnsan ruhlarının beden vasıtasıyla dünya hayatına kavuşmadan ve öldükten sonra bulundukları yere verilen isimdir. Dünyaya gelip insanın bedenine giren ruh daima bu aslî vatanını özlemektedir. Bu ayrılık döneminde yani dünyada insan bedeninde bulunurken garîb sayılır. Burada yaratılmış bulunan ruhlar, hem kendilerini hem de diğer ruhları tanırlar.

İnsan ruhunun Ervah Aleminden Cisimler alemine Gelmesi

Hak Teala buyurdu : " Muhakkak ki biz insanı en güzel şekirde yarattık sonra onu efel i safiline, en aşağı dereceye, indirdik" . (95/5)

Benim azizim, bil ki ruhlar Nur u muhammedi nin ışığında var oldu. Her biri ruhlar aleminde o ezel toplantısında incelik letafet ortamında Hak Teala nın huzurunda yakınlığında belli makamlara yerleşti. 

Uluhiyet cemalinin müşahadesine engel olabilecek kesafetten hiç bir şey yoktu. Her şey latif idi. Düşünceye asla böyle kesif şey gelmezdi . Her zor iş kolaydı. Her gizli aşikardı. Her şeyi bir gayret göstermeden bilirdi. Her nesneyi sunmadan alırdı. Her suali sormadan bilirdi.  Her bağışa istemeden erişirdi. Sevaplar işlemeden yazılırdı. Her arzusu istemeden verilirdi. Hak cemali asla gözünün önünden gitmezdi. 

Bazı arifler şehadet aleminde yine o alemi bulur ve lezzetlerini tadar, hatta daha yüksek mertebelere erişirler. Ervah aleminde ruhu, o makamın hayaline ermiştir. Zira ecsam aleminde cemiyet vardır. Ervah aleminde ise ruh son derece latif idi. Hak nurunun tecellisinin müşahadesine takat getiremezdi , fani olurdu. Ne zaman ki , ruh ervah aleminden ve alemlerin Rabbi nin  yakınlığından göçüp ecsam alemine, o beka aleminden bu fena alemine gelmek dilese o üns makamından bu vahşet sarayına göçmesi vahdet hakikatının aşinalığından bu kasret ayrılığına geçmesi o asıl vatanından çıkıp bu gurbet yerine gitmesi emrolunur ruha ilahi emir ve hüküm ansızın gelir.  Ruh bunca zamandır Hak yakınlığında yerleşmiş iken HAk cemali ile ünsiyet kazanmışken ezeli sevgiliden uzaklaşıp Hak cemalinden ayrılacağını anlayınca hemen ayrılık ateşine düşer , üzülür feryad edip ağlar.  o kadar şiddetli ağlar ki melekut alemindekileri de ağlatır. Onlar onun için uluhiyet dergahına yalvarır , onun ebedi vuslatını isterler. Bunun üzerine Hak Teala kendi zatına yemin ederek buyurur. 
Ey Ruh, Ben seni o aleme cemalimden uzaklaşasın perdelenip ayrılık ateşinde yanasın diye göndermiyorum, kemal ve mertebe kazanasın diye gönderiyorum. 
Bu ancak ecsam aleminde beşeriyat vücudunda olabilir. 

O aleme varıp gönderdiğim Resulümün şeriatı gereğince amellerde bulunasın. Orda sana nefs arzularını musallat ederim, onlara üstün gelmelisin. Nefsin arzularına meyledip benim yakınlığımda, kutsal cemalimle ünsiyet iken yaşadığın zevkleri unutmayasın. Can ve gönülden bana kavuşmak isteyesin. Her işinde benim rızamı seçesin . Verdiğim belalarıma sabredip nimetlerime canı gönülden şükredesin. Gönlün evinde benden başka hayali ve yabancıyı çıkartasın ve her anda ismimi zikredesin. 

Böylece sadakatin ve bana şiddetli muhabbetin yaratıklar arasında ortaya çıksın ve Ben de meleklerime sitem edeyim. 
Seni meleklere öveyim.
Adını kudret elimle gayb levhasında aşıklarım ve sadıklarım divanına yazayım.
vasıtasız olarak sırrından şöyle hitap edeyim:

" Ey sadık aşık, ey sözünde duran ! Nasıl ayrılıktan dem vurup gezersin? Nasıl sevdiğinden uzaklaşıp ayrılık ateşinin yakmasından figan edersin?  Nasıl yakınımken yabancı gibi ırakta gezip dostunu başkalarından sorarsın?  İstediğin seninledir, Senden ayrı değildir! Cemalimden izzet perdesini kaldırdım maksadın ve istediğin Benim! Canla aşk duyduğun sevdiğin Benim !
Geceleri gündüzleri rahat etmeyip istediğin Benim! 
Dileyip cemalini görsem dediğin Benim !

Yokluk gizliliğinden varlık sahasına getiren niyazsın Hak Benim ! Şimdiden sonra sen benim ol Ben seninim. 


ÂLEM-ı FÂNÎ : Geçici âlem,Dünya.
ÂLEM-ı FENÂ : Hiçlik, yokluk âlemi.

ÂLEM-ı GAYB (الغيب) :  Görülmeyen âlem.

Hazır bulunmayan, gizli olan. Duyu organlarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak ulaşılamayan"bilgiyle kuşatılamayan, müşâhede alanının dışında kalan her şey. Taberî'ye göre bütün mümkünler gaybı oluşturur.

Kur'an gayb kelimesini, insanların içlerinde taşıdıkları şeyleri, gelecekleriyle ve dönecekleri yerle ilgili hususları, geçmişte kalmış kişi ve olayların bilgisini, insan dışı varlılar dünyasını, ahiret hayatını ve gelecek olayları içine alacak biçimde hep hazır olanın zıddı anlamında kullanılır. Râğıb el-İsfâhânî şu tarifi verir: "Gözle görülemeyen, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisinin dışında olan" (el-Müfredât, III, 192).

Müşâhede alanının dışında olması, gaybın insanlarca bilinememesini ifade eder. Bu nedenle Kur'an sürekli gaybın yalnız Allah tarafından bilinebileceğini anlatır: "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez" (en-Neml, 27/65). "Gayb, Allah'ındır" (Yunus,10/20). "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, onları Allah'tan başkası bilmez" (el-En'âm, 6/59). Ayrıca Hz. Peygamber'e de, "Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem"(el-En'âm, 6/50) demesi buyurulur. Kur'an'da elliden fazla ayet gaybı yalnız Allah'ın bilebileceğiyle ilgilidir.

Kur'an, gaybın Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirtmekle birlikte peygamberleri ayrı tutar: "Allah sizi gaybe muttali kılacak değildir; ancak Allah rasûllerinden dilediğini seçer" (Âl-i İmrân, 3/179). "Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez; ancak razı olduğu. resule gösterir" (el-Cin, 72/26-27). Ne var ki, ayetlerden de anlaşılacağı gibi resullerin gaybe ilişkin bilgileri Allah'ın bilgilendirmesinden dolayıdır; yoksa onlar da gaybı kendi güçleri ile bilemezler.

Allah, Kur'an'la Hz. Peygamber'e gayb bilgilerini bildirmiş, açıklamıştır. Nitekim Kur'an'da "...bu, gayb haberlerindendir, sana vahyediyoruz" (Âl-i İmrân, 3/44, Nûh, 11/49) buyurulmaktadır. Bu özelliği nedeniyle Kur'an, Allah tarafından "gayb" olarak adlandırılır: "O, gaybdan (Kur'an'dan) dolayı itham altında tutulamaz" (et-Tekvîr, 81/24). Bu ayetlere dayanan bazı İslâm bilginleri Hz. Peygamber'e bildirilen gayb bilgilerinin Kur'an'la sınırlı olduğunu, Kur'an dışında herhangi bir gayb haberi bildirilmediğini savunurlar. Buna karşılık İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber'e Kur'an dışında da vahiy geldiğini (vahy-i gayri metluv), dolayısıyla Kur'an dışında kalan bazı gayb bilgileri verildiğini kabul ederler. Bu gayb bilgileri de hadislerce aktarılır.

Müfessirler gaybı ikiye ayırarak birincisine "mutlak gayb", ikincisine de "izâfî gayb" adını verirler. Mutlak gaybı Allah'ın zatı, meleklerin mâhiyeti, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi insanın kendi imkan ve yetenekleriyle hiçbir şekilde bilgisine ulaşamayacağı alan oluşturur. İzâfi gayb ise yer, zaman, imkân ve yetenek gibi nedenlerle bazı insanların bilgisine ulaşamadığı, buna karşılık bazı insanların bilgisi içinde olabilen olay ve olgulardır.


Hakîkat, asıl âlem olan gayb âlemidir. Bu dünya onun bir tecellisidir. Hakîkat görülmez; görülen onun görüntüsüdür. Tıpkı ışık, ısı, ses, koku, tat gibi (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I,172 vd.). Allah ve Resulu dışında hiç kimsenin mutlak gayb olan âlemle ilgili şeyler bilmesi mümkün değildir: Sihirbazların ve onların yardımcıları olan şeytanların gaybı bilmesi mümkün değildir. Kur'an onlar için "kulak hırsızları" (el-Hicr, 15/18) der.

ÂLEM-İ GAYB: Zâhir duygularımızla bilinemeyen ve ervah ve meleklere, cinlere mahsus olan âlem. Mâzi ve müstakbeldeki mahlukatın mânevi hayatlarının âlemi.(Her şeyin bâtını zâhirinden daha âli, daha kâmil, daha lâtif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavi, şuurca daha tamdır. Ve zâhirde görünen hayat, şuur, kemâl vesaire ancak bâtından zâhire süzülen zaif bir tereşşuhdur. Yoksa bâtın câmid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimâl yoktur. Evet karnın "miden", evinden; cildin, gömleğinden; ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakş ve intizamca daha yüksek ve daha gariptir. Binâenaleyh, âlem-i melekut, âlem-i şehâdetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, hevâ-i nefs ile baktığı için zâhiri hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor. 


ÂLEM-ı HAKıKAT (حقيقة) : Gerçeklik dünyası.


ÂLEM-ı HAKıKÎ : Gerçek âlem.
ÂLEM-ı HARıCÎ : Cismanî, gözle görünen maddi âlem.
ÂLEM-ı HAYVANÂT : Hayvanlar âlemi.
ÂLEM-ı ıMKÂN : ımkân âlemi.
ÂLEM-ı ıNSANÎ : ınsana ait âlem.
ÂLEM-ı ıNSANıYET : ınsanlık âlemi.
ÂLEM-ı ıSLÂM : ıslâm âlemi.
ÂLEM-ı ıSLÂMıYE : ıslâmiyet âlemi.
ÂLEM-ı ıSLÂMıYET : ıslâm dünyası.
ÂLEM-ı ıSTığRAK : Mânevi sarhoşluk hâli. Kendinden geçme hâli.
ÂLEM-ı KEBÎR : Büyük âlem.
ÂLEM-ı KESıF : Yoğun âlem. Madde âlemi.

ÂLEM-ı KÜBRÂ : Büyük âlem.
ÂLEM-ı KÜFÜR : Kâfirlerin bulundukları, hâkim oldukları dünya, âlem.
ÂLEM-ı LATÎF : şeffaf âlem.

Alem-i lahut : Mutlak vücudun ilk mertebesi, teayyün. Bunun üzerinde hiçbir mertebe yoktur. Buna alem-i ıtlak, hazreti gayb-ı mutlak, zat-ı Hakk, zat-ı baht, hakikatü'l hakayık, ehadiyyet de denir.


ÂLEM-ı MAHşER : Kabir hayatından sonra yeniden diriliş ve toplanmanın olacağı âlem.
ÂLEM-ı MÂNÂ : Mânâlar âlemi.
ÂLEM-ı MÂNEVÎ : Mâneviyat âlemi.
ÂLEM-ı MÂNEVÎYE-ı ıSLÂMıYE : ıslâmın mânevî dünyası.
ÂLEM-ı MEDENıYET : Medeniyet dünyası.
ÂLEM-ı MELÂıKE : Melekler dünyası.


ÂLEM-ı MELEKÛT (ملكوت): Varlıkların Cenab-ı Hakkın isimlerine bakan hakiki, şeffaf yüzleri.

 Ruhların ve nefislerin makamı olan âlem. Aynı anlama gelmek üzere gayb âlemi, bâtın âlemi, emir âlemi, lâhutî âlem tabirleri de kullanılır. Melekût; mülkiyet, kudret, hükümdarlık, büyüklük anlamlarında gerçek tasarruf gücünü ifade eden, mübalağa sığasında bir kelimedir. Kelimede bulunan "vav" ve "te" harfleri zait olup, mübalağayı vurgulamak üzere kullanılmışlardır. Melekût kelimesi Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde geçmektedir: "De ki: Her şeyin melekûtu elinde olan kimdir?" (el-Müminun, 23/88); "Yerin ve göklerin melekûtuna bakmıyorlar mı?"(el-Araf, 7/185; ayrıca bk. el-En'âm, 6/75; Yasin, 36/83).

   Tasavvufi bir tabir olup, Âlem-i Mülk ile Âlem-i Ceberûttan sonraki âlemdir. Buna ‘Ğayb Âlemi’ adı da verilir. Mana ve ruh âlemidir. İslâm filozof ve mutasavvıflarına göre Melekût âlemi duyularla algılanan kâinatın dışında kalan, yalnız düşüncede yaşayan ve görünmeyen varlıkların bulunduğu âlemdir.


Melekût tabiri, yakın anlamlara gelmek üzere hem mutasavvıflar hem de İslâm filozofları tarafından kullanılmıştır. Fakat daha çok bir tasavvuf terimi olarak geçmektedir.

"Gerçek tasarruf" anlamında melekût, bir tasâvvuf ıstılahı olarak sıfatlar, özellikle ilahî sıfatlar için kullanılır. Allah'ta, sıfatları vasıtasıyla tasarrufta bulunmak üzere bir melekût vardır. Allah, kâinat üzerindeki tasarrufunu sıfatları aracılığıyla gerçekleştirir. Bu nedenle, tasarrufun gerçekleşmesinde vasıta durumunda bulunan sıfatlara, bu anlamda, melekût demek mümkündür. Allah'ın ezelî sıfatları için sözkonusu olan melekûta, en yüce melekût (el-melekutü'l a'la), bunların dışında kalanlarda sözkonusu olan melekûta ise el-melekûtü'l-ednâ denmiştir (et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul 1984, II/1339).

Melekût âlemine gelince; temelini Platoncu âlem tasavvurunda bulunan bu kavram, bünyesine Yeni-Platoncu bir yorumu da katarak, İslâm ve Hristiyan düşünürleri tarafından geliştirilen âlem şemalarında da yerini almıştır. Platoncu âlem tasavvuru; gelip geçici olan, zaman ve mekanla kayıtlı, gerçek varlığın gölgesi durumunda bulunan duyular âlemi (âlem-i şehadet) ile; duyular üstü, zaman ve mekânla sınırlı olmayan, gerçek varlıkların bulunduğu ideler âlemi (âlem-i misal, âlem-i gayb) olmak üzere iki çeşit âlem varsaymaktadır.

İlahî dinlerin âlem tasavvurlarına da uyan bu görüş, Yahudî, Hristiyan ve İslâm âlimlerince de, kendi âlem görüşlerine bir çerçeve olarak, kabul edilmiştir. Kur'an-ı Kerim de, gayb âlemi ve şehadet âlemi olmak üzere, genel olarak, iki âlem kabul etmektedir. Bu durumda, insanın duyularına ve bir noktaya kadar tasarrufuna verilmiş şehadet âlemi (görünürler âlemi)ne karşı; tamamen Allah'ın tasarrufu ve bilgisi altında bulunan bir de gayb âlemi vardır.

Mutasavvıflar var olan her şeyi zahir, bâtın ve ceberut olmak üzere üçe ayırmaktadırlar. Bu üç kısım da, üç çeşit âlemdir. Âlem-i şehadet, âlem-i melekût, âlem-i ceberut.

Âlem-i şehâdet, kevn ve fesata tabi olup, duyularımız tarafından idrak olunan, içinde yaşamakta olduğumuz şu âlemdir. Bir dereceye kadar insan tasarrufuna verilmiş bulunan bu âlem, zaman ve mekânla sınırlı olup, kevn ve fesata tabidir. Bu âlem için, halk âlemi, his âlemi ve mülk âlemi tabirleri de kullanılmıştır. İslâm filozofları bu âlem için daha çok, "ayaltı âlemi" tâbirini kullanmışlardır.

Âlem-i ceberût, şehadet âlemiyle taban tabana zıt vasıflara sahip olan bir varlık mertebesini ifade etmektedir. Âlem-i şehadet ve âlem-i melekûttan tamamen münezzeh olan bu âlem, Allah'ın ezelî varlığına delâlet eder (Tehânevî, a.g.e., II/1339, 1054; Seyyid Şerif Curcânî, et-Tarifât, s. 155).

Melekût âlemi, duyular âlemi ile ceberût âlemi arasında orta bir varlık mertebesini ifade etmektedir. Allah'ın cisimlerle ilgili sıfatları bu âlem ile ilgilidir. Şehadet âleminin aksine, bu âlemde zaman ve mekânla sınırlı olma, gelip geçicilik olma ve bozulma gibi menfi özellikler yoktur. Beşerî ve semavî nefislerin makamı olan bu âlem, şehadet âlemi ile ceberût âlemi arasında irtibatı sağlamaktadır (Tehânevî, a.g.e., II, 1339, 1054).

MÜLK: “Bir şeyin ( veya hadisenin) dış yüzü, görünen ciheti.”

MELEKÛT: “Bir şeyin (veya hadisenin) iç yüzü, görünmeyen ciheti, hikmet tarafı.”

“Ruhlara ve nefislere mahsus gayb âlemi” (Târifat, S.Şerif Curcanî)

“Mülk âlemini idare eden İlâhî kanunlar“ 

“Saltanat ve rububiyet.” 

Yemek yiyen adam ve otlayan koyun. İkisi de gıdalarını görür ve ağızlarına alırlar, ama biri dudaklarını yerlere sürterek, diğeri eliyle. Bu insanın şerefindendir, ama iş bu kadarla kalırsa insanın gerçek üstünlüğü tam olarak ortaya çıkmaz. Asıl fark, “mülk” dediğimiz bu görünen hadisenin arkasındaki melekûtiyetten, yani iç yüzden doğar. İnsan, yediği yemekteki vitaminden, kaloriden haberdar; hayvan ise ağzına ne götürdüğünün bile farkında değil. Bir İlâhî ilhamla, gıdasını tanır, o kadar. Demek ki, hayvana melekûtiyet ciheti kapalı. Eşyanın sadece dış yüzlerini görüyor, o da çok sathi olarak...

“Manevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.” Sözler 

Bu ifadelerin muhatabı insan. Sadece mü’minlerin değil bütün bir insanlık âleminin istifadesine sunulan maddî ve manevî nimetler nazara sunulmuş ve insanın aklını kullanarak bu nimetlerden faydalanabileceğine dikkat çekilmiş. 

Sele sıkça maruz kalan bir bölgede baraj inşa ediliyor ve ortalığı kasıp kavuran, evler yıkıp ocaklar söndüren aynı selden bu defa elektrik üretiliyor, yuvalar aydınlatılıyor. İşte bu selin mülk ciheti tahriptir, melekûtu ise ışık ve aydınlık. 

Bir zamanlar petrole herkes hor bakardı, bir beldede sızıntısına rastlansa hemen kapatılırdı. Adı da ona göre verilmişti: Katran. Şimdi ise o katran bütün teknolojinin vazgeçilmez temeli oldu ve ülkeler onun yüzünden harplere giriyorlar. Demek ki, önceleri petrolün mülk cihetine bakılıyordu, tıpkı aynanın arka yüzüne bakma gibi. Şimdi ise o mülkün altındaki parlak ve kıymetli melekûta varıldı ve petrol artık başlara taç oldu.. 

İşte insanı hayvandan ayıran en önemli özellik akıl sahibi olması, yaşadığı mülk âleminin iç yüzünü de düşünebilmesi, bir derece keşfedebilmesi, anlayabilmesi ve ondan istifade edebilmesi.

“İnsan bu âlemin küçük bir misâli” olduğuna göre, bütün varlık âleminde hüküm süren hakikatleri küçük bir ölçüde, ama daha berrak bir şekilde insanda da okumak mümkün. İnsanın görünen kısmı mülk âleminden, görünmeyen cihetleri ise melekûtiyetten haber verir. 

Bir bakıma, insanın iç organları da melekûtiyetten sayılır. Bir cevizin de kabuğu mülk, içi melekûttur. Bir damla suda kaynaşan milyarlarca mikrop, bir gram toprakta oynaşan yine milyarlarca bakteri de melekûtiyetten haber verirler; su ve toprak ise mülk âlemindendir. Fakat melekûtiyet denildiği zaman, daha çok, eşyada câri olan kanunlar, bedenlerde hükmeden ruhlar ve hadiselerin iç yüzünde saklı hikmetler hatıra gelir. Madde âlemi, görünsün görünmesin, mülk olarak kabul edilir. 

Yerin her yanını kaplamış çekim kuvveti, semayı hıncahınç doldurmuş melekler, karanlık dehlizleri, mağaraları yurt edinmiş cinler âlemi, her hadisenin hıfzedildiği levh-i mahfuz, onun küçük bir misâli olan insan hafızası, arş, âlem-i misâl bütün bunlar hep melekûtiyet âleminden. 

“Her şeyin içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünki insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur.” Mesnevî–i Nuriye 

Mazruf, zarfa konulan şeye deniliyor. Mülk âleminde insan kalbi, bedenin içinde yer almıştır. Yani beden zarftır, kalp ise mazruftur, bedene yerleştirilmiştir. Melekût cihetinde ise kalp zarf olur, beden mazruf. İnsanın melekût ciheti manevî kalbidir, ruhudur, aklıdır.

Her canlıda olduğu gibi insanda da esas olan ruhtur, beden ise onun hizmetine verilmiş bir ordu gibi. 

Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin içini de dışını da kaplamış. 

Diğer bir sıfatı: İlim. İnsan bu sıfat ile bedeni bütünüyle bilir, içine alır. 

Ruhun bir özelliği : Sevgi. İnsanoğlu saçını da sever, elini de; gözünü de sever midesini de. Demek ki sevgi sıfatı bütün bunları kuşatmış, içine almış durumda. 

Kâinatın da melekûtiyet ciheti, yani onda hükmeden kanunlar manzumesi her varlığı kaplamış, hükmü altına almış bulunuyor. Ve her şey melekûtiyetten idare ediliyor. Bu mânânın en ileri mazharı ise arş. 

“Âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir.” Sözler 

Melekûtun bir başka mânâsı da hadiselerin bilemediğimiz hikmet yönü. Meselâ, hastalığın mülk ciheti yani görünen veçhesi ıstıraptır, acıdır, elemdir. Melekûtiyet ciheti ise günahlara kefaret olması, insanı manen yüceltmesi, kalbini dünyadan âhirete, halktan Hakk’a çevirmesi gibi nuranî meyveler.

Nur Külliyatında mülk ve melekûtun bu mânâsı da çokça ve güzel bir şekilde işlenir. Bunlardan bir misâl: 

“Âyinenin iki veçhi gibi, herşeyin bir "mülk" ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri ‘melekût’tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemâline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz'edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzât mübaşeretine münasibdir, izzetine münafî değildir.” Sözler 

Bu hakikat dersini misâlimize tatbik edelim. Hastalığın çirkin görülen ciheti aynanın renkli yüzüne benziyor; manevî faydaları, uhrevî meyveleri ise aynanın parlak yüzü gibi. Zaten o parlak yüzdeki güzellik de arka yüzdeki karışık renklerden, koyuluktan, siyahlıktan doğmuyor mu? İşte hastalığın bu mülk ciheti çirkin göründüğü içindir ki, mikroplar ona sebep kılınmış ve insanların şikâyetleri bunlara yönelmiştir. 

Bu veciz ifadelerin son kısmında bir ibare geçer: “Kudretin bizzat mübaşereti”. Bu ibare ile “kudret, melekûtiyet-i eşyaya taâlluk eder.” (Sözler) cümlesini birlikte değerlendirmek gerekiyor. İlk bakışta bu cümleden, sanki ilâhî kudret eşyanın mülk cihetine taallûk etmez gibi yanlış bir mânâ çıkabilir. Ama, “kudretin bizzat mübaşereti” ifadesi bu yanlış anlamaya mâni olur. Demek ki, bazı hadiselere, yahut eşyaya kudret bizzat mübaşeret ediyor, yani İlâhî kudret onları doğrudan yaratıyor. Zira bunların mülkleri de melekûtları da parlak ve güzel görünüyor, itirazlara, şikayetlere konu olmuyorlar. Ama hikmetini insan aklının idrak edemediği, görünüşte çirkin fakat gerçekte güzel olan hadiseler için sebepler yaratılıyor ve iş o sebepler eliyle icra ediliyor. Sebepleri takdir eden de, neticeyi yaratan da Allah; ama İlâhî hikmet bir çok icraatlara sebepleri perde kılmış. Hayat gibi, hem mülk hem de melekût ciheti parlak olanlarda ise kudretin faaliyeti doğrudandır, sebepler vasıtasıyla değil. 

İnsanın maruz kaldığı musibetler, belâlar ve felâketlerin de kabirle başlayan ebed yolculuğunda ne büyük bir lütuf olduğu ölümden sonra anlaşılacak. Ama kâmil bir mü’min, “kaderin her şeyi güzeldir” diyerek o melekûtu bu mülk âleminde hisseder. “Ölmeden önce ölmenin” sırrına ermekle belâlarda sefâyı yakalar ve musibetlerden kendi ebedî saadeti nâmına azami derecede istifade eder. 

İmanın iki dünya saadetine vesile olmasının bir yönü de bu olsa gerek. 

“Şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır.” İşâratül-İ’caz 

Nur Külliyatında güzellik iki kısımda incelenir, birisi “hüsn-ü bizzat”, yani zatında güzel. Diğeri ise “hüsn-ü bilgayr”, yani neticeleri güzel. Yukarıdaki ifadede bu mânânın enfes bir misâlini yakalamış bulunuyoruz. Güneş ve ay parlaktırlar, ışık sahibidirler, yani bizzat güzeldirler. Bulutlar ve gece ise ilk bakışta karanlık görünürler, ama bulutları aşarsanız güneşe varır, geceyi delerseniz gündüze kavuşursunuz. Yani bunların da iç yüzleri güzeldir. 

İşte bu misâl gibi, sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibarîyle. Yemek bizzat güzeldir, perhiz yapmak ise neticesi itibarîyle. Gül bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibariyle. 

Mülk ciheti çirkin zannedilen eşyanın ve hadiselerin melekût cihetiyle güzel oldukları bu cümlede çok veciz bir şekilde ders verilir. 

Melekûtun bir başka ciheti: 

"Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlâhîyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir." Sözler 

Eşyanın bir sureti, bir de hakikati var. Suret mülk ciheti, hakikat ise melekûtiyet cihetidir. Bütün hakikatler İlâhî isimlere dayandığına göre melekûtiyet ciheti doğrudan doğruya esma-i İlâhîyeye bakar. 

İlmî bir yazının mülk ciheti harflerdir, melekûtu ise mânâsı. İşte o mânâdır ki, yazarına “âlim” dedirtir. Yani yazının melekût ciheti “âlim” ismine bakar, ona dayanır. 

Sema büyük bir sayfa; her bir yıldız bir harf gibi. O sayfayı dikkatle okuyanlar “Aziz, Cebbar, Kadir, Kayyum” gibi İlâhî isimlere hemen intikâl ederler.

Kâinat kitabını okuyup tefekkür eden ve imanını amele dökebilenlere ne mutlu. 

ÂLEM-ı MENÂM : Uyku âlemi, rüyâ âlemi.
ÂLEM-ı MıHNET : Dert ve zahmet dünyası.

ÂLEM-ı MıSÂL : Görüntüler âlemi.
Âlem-i misal, varlık âlemi değildir. Görünüş âlemidir. Her varlığın, bu âlemde bir misali, görüntüsü bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakikat, hiçbir madde ve mana yoktur. Buradakiler, öteki âlemlerden akseden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen bir görünüştür. Âlem-i misal de aynen böyledir. Rüyada meydana gelen şeyler, âlem-i misalde görülmektedir.


ÂLEM-ı MıSÂLÎ : Görüntülere ait âlem.

ÂLEM-ı MUBSIRÂT : Görünen varlıklar âlemi.

ÂLEM-ı NUR : Nur âlemi, âhiret.

Âlem-i şehadet: Madde âlemidir. Bu âleme, âlem-i ecsad, âlem-i halk veya âlem-i mülk de denir. Bu da ikiye ayrılır: 

  Şahâdet âlemi. Bu dünya. Cenâb-ı Hakkın âyetlerine ve emirlerine imân edenlerin, hakka, hakikate şahadette bulundukları ve Allah'a itaat ve ibadetle mükellef oldukları dünya âlemi.(Âlem-i şahadet, avâlim-i guyub üstünde tenteneli bir perdedir.)


1) İnsana, âlem-i sagir yani küçük âlem denir. 

2) İnsandan başka varlıkların hepsine, âlem-i kebir yani büyük âlem denir.

İnsanda bulunan şeylerin bir kısmı âlem-i halktan, bir kısmı da âlem-i emirdendir. Kalb, bu iki âlem arasında vasıtadır. Âlem-i kebirde olan her şeyin, âlem-i sagirde, bir örneği, benzeri vardır. İşte insanın kalbi, ruh âlemine açılan bir kapıdır. Kâfirlerde bu kapı kapanmış, harap olmuştur. Bunun için, kâfirlerin ruh âleminden haberleri yoktur. Kalbin hayat bulması, ruh âlemine açılması için tek çare, tek ilaç, iman etmesi, Müslüman olmasıdır

Alem-i suğra : Kainat.

Alem-i şehadet : Zat-ı Mutlak olan Allah'ın cisimlerin suretleriyle hariçte zuhuru. Alem-i kevn ü fesad. Yaradılışın dördüncü basamağı. Buna, alem-i mülk, alem-i nasut, alem-i hiss, alem-ianasır, alem-i eflak ü encam, alem-i mevlid de denir.

Alem ikiye ayrılır:

1. Alem-i halk 
2. Alem-i emir.

Alem-i halk; bütün yaratılan şeyler ve masiva dediğimiz, kainat ve mahlukattır.

Alem-i emir ise; zat, sıfat, isim ve şuunat-ı ilahiyedir.

İnsan; kainatın ve kainatta tecelli eden alem-i emirin özü ve özetidir. Yani insan-ı kamil, (Bundan maksat Resul-ü Kibriya aleyhissalatu vesselamdır) Hem alem-i emr’in, hem de alem-i halkın özü ve numunesidir. Alem-i emr’in ve alem-i halk’ın asıllarının ve külliyatının, gölgeleri ve numuneleri alem-i asgar olan insanda dahi mevcuttur.

İşte tasavvufta ve literatürde; beş cevher diye isimlendirilen kalp, ruh, sır, hafa ve ahfa’nın asılları, kainat ve emr aleminde olduğu gibi; gölgeleri ve numuneleri de, insanda ve mahiyetinde mevcuttur.

Burada "asıllar" deyince emir alemindeki vücutlar, "gölgeler ve nümuneler" deyince, mahlukattaki tecelliyat ve vücutlar anlaşılmalıdır.

Şimdi bu beş cevherle ilgili bir iki misal verelim. Bu beş latife ve cevherin kıymet, değer ve ehemmiyeti açısından sıralaması şöyledir:

1. Kalp, 
2. Ruh, 
3. Sır, 
4. Hafi, 
5. Ahfa. 

Burada bir sonraki, bir öncekinden daha latifdir.  Ve tamamı da alem-i emr’den sayılmaktadır. Bu latifeler birbiri içerisinde gizlenmişlerdir. Bunların hakikatlerine nüfuz etmek, ancak maneviyat noktasında  çok büyük zevata mahsustur...

Bizim anlayacağımız şekilde kolay izahı şudur: Her bir latife ve cevher; kainatta bir varlığa ve hakikate,  bir büyük peygamberin vücuduna ve mahiyetine, bir de Cenab-ı Hakk'ın zat, sıfat, esmasına bakar ve onları  temsil eder.

1. Kalp: Alem-i halk’tan, Hz Adem (a.s)’e   ve kainatta onunla alakalı makamlara, mekanlara ve boyutlara işaret eder. Alem-i emr’den ise, Hz Adem’ın (a.s) mahiyetine ve hakikatine bakar.

Aynı zamanda kalp; alemdeki Arş’ı temsil eder. Burada maddi boyut itibariyle Arş’ın mekânına bakar. Manevi boyut, yani emr alemi cihetiyle de, Arş’ın mahiyet ve hakikatine bakar. Hem alemi Arş, hem de onun numunesi olan kalbin batını ve mahiyeti; Allah’ın Evvel, Ahir, Zahir ve Batın isimlerinin halita ve karışığıdır.

Kalp, bir nevi Arşullah’tır. Manevi terakkide beş cevherin ilki ve başlangıcıdır. Aynı zamanda kalp; alem-i halk ile alem-i emr ortasında bir geçittir. Arş da aynı mahiyeti taşımaktadır.

Diğer dört cevher, alem-i ekberde Arş’ın ve alem-i asgarda ise kalbin etrafında veya üzerindedir.

Kalp; Cenab-ı Hakk'ın izafi sıfatlarına delalet eder. Arş ve kalp; alem-i emr ve alem-i halk arasında geçit ve köprü olduğu gibi; izafi sıfatlar da, vücub ile imkan arasında geçittir ve köprüdür.

2. Ruh; Alem-i ervahın numunesidir. Alem-i halk itibariyle Hz İbrahim (a.s.)’ın varlığına, makamına, mekanına ve kainatla münasebetine bakar, bir cevherdir. Alem-i emr itibariyle de, Hz İbrahim (a.s.)’in mahiyetine ve hakikatine bakar. Kalp cevherinden, daha latifdir. Alem-i emr’dendir. 

Cenab-ı Hakk'ın, emr aleminden olan hakiki sıfatlarına delalet ve işaret eder. Yani; izafi sıfatlar kalbe işaret ve tecelli eder. Hakiki sıfatlar ise, ruh’a işaret ve tecelli eder.

3. Sır; ruh cevherinden daha latifdir ve ruh cevherinin üzerindedir veya içindedir.

Alemde, sırlı ve meleküta taalluk eden mahiyetlere numunedir. Halk aleminde, Hz Musa (a.s.)’ın zatına, makamına ve alemle münasebetine bakar. Emr alemi itibariyle ise, Hz Musa (a.s)’ın mahiyetine ve hakikatine bakar.

Ruhun üzerinde bulunan, iç içe ve sonraki evvelkinden  daha latif olan, diğer üç cevher ise, yani sır, hafa ve ahfa zat-ı ilahiyeye işarettir. Tecelliyat, bu üç cevherde hakikat ve mahiyetiyledir. Fakat yine de tecelliyattır, yani aynı değildir.

Sır cevherinde, Allah’ın hakiki sıfatları ehadiyyet itibariyle ve hakikat olarak tezahür ederler.

4. Hafi: Bu cevher, sırrın üzerindedir ve ondan daha latifdir. Halk aleminde, Hz İsa (a.s)’ın zatına, davasına, makamına ve kainatla münasebetine bakar. Alem-i emr itibariyle ise, İsa (a.s.)’ın hakikat ve mahiyetine bakar ve onun numunesidir. Cenab-ı Hakk'ın, şuun-u ilahiyesinin alemdeki külli tezahüratı; hülasa ve odak noktası olarak, Hafa’da tezahür eder.  Bu hakikatlerin tamamen bilinmesi âdeta imkan dahilinde değildir. Ancak azıcık dahi olsa, alemdeki tezahürleri, bazı şeyleri düşündürebilir.

5. Ahfa: Beş cevherin en latifi ve en küllisidir. Ehadiyet itibariyle en özü ve özetidir. Hafi’nin üzerinde ve merkezindedir. Hepsinden ziyade birinci cevherdir ve merkezdir.

Zat, sıfat ve şunu ilahiye dediğimiz alem-i emr’in, en külli ve vasıtasız tecelli ve temerküz yeridir.

Allah’ın, (cc) zatına ve ehadiyetine numune ve ayinedir. Bütün mükevvenat, en geniş ve ihatalı olarak, Ahfa’nın muhiti ve çevresidir. Yani kainat, en külli halk alemi olarak,  nasıl emr aleminin en külli ve geniş tezahürüne ve tecellisine mazhar ise; Ahfa da, o ağacın çekirdeği gibi,  alemin özü ve özeti olup, kainatta   külli olarak tecelli eden emr aleminin, perdesiz ve ehadiyetle  tecelli merkezidir.

Ayrıca Ahfa; Halk alemi itibariyle, Resul-ü Kibriya (asv)’ın zatına, makamına, davasına ve kainatla münasebetine baktığı gibi; emr alemi itibariyle de, O’nun mahiyetine, keyfiyetine ve hakikatine bakar.


Sualle ilgili teferruata taalluk eden bir misal daha verebiliriz: Bu beş cevher; her biri kainattaki ayrı ayrı kozmik renkleri de temsil ederler. Kalp kırmızı, Ruh sarı, Sır beyaz, Hafi siyah, Ahfa ise yeşil renkleri temsil ederler.


Kâinat, mahlûkât, mevcûdat, mümkinât mâsivâ, felek, yaratılmışların tümü, kısacası Cenâb-ı Allah’ın dışında kalan ve yeryüzü ile gökyüzündeki maddî, manevî bütün eşya ve varlıklar. Kâinat, bütün yaratılmışlar, havadis, evrende var olan her şey âlemi oluşturmaktadır. Kâinattaki bütün varlıkların her bir türü de ayrı bir âlem oluşturmaktadır. Cinler âlemi, ins âlemi, ruhlar âlemi, hayvanlar âlemi, melekler âlemi… gibi. Bu saydığımız âlemlerin her biri de kendi arasında bir çok âlem ve türe ayrılmaktadırlar. Bütün bunlar yani kâinat, kendisinden başka bir varlığın mevcut olduğuna tanıktır. Bunlar Allah’ın varlığının en büyük delili ve alâmeti olduğundan dolayı âlem adını almıştır.


Kur’an “Âlemlerin Rabbi” derken, kâinattaki bütün varlıklar ve sınıflar olan “Âlemîn’i kasdetmektedir. Âlem kelimesi genellikle Kur’an-ı Kerim’de çoğul olarak kullanılmaktadır. Bunun yanında İslâm, dünya ve ahiret âlemleri olarak da iki ayrı âlemden söz etmektedir. Dünya ve ahiret âlemleri içinde bulunan bütün varlıklar o âlemi oluşturmakta; hepsi
birden ise kâinatı meydana getirmektedir. Bunların da yaratıcısı Allah’tır. Dünya ve ahiret âlemleri ele alındığında kelime itibariyle yakın manasına gelen dünya önce; sonra anlamına gelen ahiret ise, sonra yaşanacak bir âlemdir. Dünya âleminin diğer adı “Fâni” yani “geçici âlem”; ahiretin diğer adı ise “bâkî âlem”dir. Bu iki âlem yalan âlem (dünya) ve gerçek âlem (ahiret) şeklinde kullanıldığı gibi, mükellefiyet ve sorumluluk dünyası ceza ve mükâfaat âlemi şeklinde de ifade edilmektedir. Dolayısıyla dünya ilk âlem, ahiret de son âlem oluyor.

Cenâb-ı Hakk A’râf suresinde; “Şüphesiz Rabbiniz yeri, göğü altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmedendir. O, gece ile onu durmadan takip eden gündüzü bürür. Emrine âmade olan güneş, ay ve yıldızları da yaratmıştır. İyi biliniz ki yaratmak ve (insanlara) emretmek yalnız ona özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir. ” (A’raf, 7/54)
buyurarak kâinatın, âlemin nasıl yaratıldığını, bunun yönetiminin kimin elinde, hükmetme hakkının kimde olduğunu bildirerek âlemin ikiye ayrıldığını, bunlardan birinin ‘Emir âlemi’, diğerinin ‘Halk (yaratma) âlemi’ olduğunu ifade buyurmaktadır.

Emir âlemine, ğayb, melekût, ceberût rûhânî, nûrânî, ulvî ve manevî âlem adı verildiği gibi, halk âlemine de şehâdet, mülk, zulmânî, cismânî, maddî ve süflî âlem her iki âlem birlikte ve aynı anda mevcut bulunmaktadır. Emir âlemi rûhânî ve mânevî alem denilmektedir. Emir ve halk alemleri yaratıldıktan sonra içiçe olmuş insanın bu iki âlemdeki ilişkileri de birbirleriyle sürekli münasebet halinde bulunmuştur. Şu halde halk âlemi maddî ve cismânîdir. Bunun için aynı zaman ve mekân içinde birlikte bulunmaları mümkün olmaktadır. Aynen ruh ile bedenin birlikte bulundukları gibi. Emir, yani ruhânî âlem zaman ve mekâna gerek duymamaktadır. Mutasavvıfların üzerinde durdukları âlem budur. Onlar rûhânî âleme sâlih amel, ilhâm, aşk ve keşf ile nüfuz etmeye çalışmaktadırlar. Mutasavvıflar birçok hususta ‘felsefe’nin etkisinde oldukları için âleme bakışları da felsefi ekollerin görüşlerini yansıtır. Alem hakkındaki görüşleri daha çok Yeni Eflâtuncuların görüşüne benzemektedir. Bunun için âlemdeki beş mertebeden söz ederek bunlara “Hazarât-ı Hamse” adını verirler. onlara göre âlemin beş ayrı mertebesi vardır:

1-Ulûhiyyet Mertebesi. 
2-Ruhlar mertebesi (Emir âlemi), 
3-Misâl âlemi, 
4-Cisim âlemi, 
5-İnsan-ı Kâmil (olgun insan).

İslâm mutasavvıf ve düşünürleri bu çerçeve içinde meseleyi değerlendirirken beş ayrı kanaat ileri sürmüşlerdir:

1-Bu âlem var olması imkân dahilinde olan âlemlerin en iyisidir. Bundan daha güzelinin yaratılması mümkün değildir. Buna “mutlak iyimserlik” denir.

2-Bu âlem var olması imkân dahilinde olan âlemlerin en kötüsüdür. Ebû A’lâ el-Maarri’nin savunduğu bu görüşe de “mutlak kötümserlik” denir.

3-Bu âlemde iyilik ve kötülük bir arada mevcuttur. Fakat iyilik daha çoktur. Onun içinde buna “nisbî iyimserlik” adı verilmiştir.

4-Bu âlemde iyilik ve kötülük bir arada mevcuttur. Fakat kötülük iyiliğe nazaran çok daha fazladır. Buna da “izâfî karamsarlık” denir.

5-Bu, çözülmesi asla mümkün olmayan bir problemdir. Onun için insanlar bu hususta görüş belirtemezler. Dolayısıyla çekimser kalınıp “bu konuda tavakkuf etmek gerekir”, denilmektedir.

Filozofların âlem hakkındaki görüşlerine gelince; Yunan filozofları bu meseleyi çözmek için çok uğramışlardır. Yunan filozoflarının âlem hakkındaki görüşlerine İslâm filozofları da çok büyük önem vermişlerdir. Aristo bu kâinatın ezelî olduğuna inanıyordu. Ona göre, bu âlemin şekil itibariyle değil de asıl maddesi ezeli idi. Bunun aslî maddesi önceden
mevcut olup Allah buna sonradan şimdiki şeklini vermiştir. Bu yaratmadan sonra da âlem kendi kendini yönetmiştir.

Eflâtun ise meseleye daha değişik bakmıştır. Ona göre biri ideler, diğeri gölgeler âlemi olmak üzere iki âlem var olup, bunlar birbirlerine bağlıdır. Duyu organlarımızla algıladığımız madde âlemi ideler âleminin bir gölgesidir. Dolayısıyla bu maddî âlemin varlığı ideler âlemine bağlıdır.

İslâm filozofları ise, eski Yunan felsefesini, İslâm’ın kâinat hakkındaki ahenk anlayışı ile mezc ederek İslâm’a sokmuşlardır. Buna bağlı olarak, Kâinatın ezelî olduğu inancını taşıdıklarından dolayı İmam Gazzâlî ve İbn Teymiyye gibi Ehl-i Sünnet çizgisini koruyan âlim ve düşünürler filozofları tekfir etmişlerdir. Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar akıl âlemi, nefis âlemi ve tabiat âlemi gibi üç ayrı âlemden söz etmektedirler. Bunlara karşı İslâm’ın saf ve gerçek akîdesini korumağa çalışan İmam Gazzâlî ise, Mülk âlemi, Melekût âlemi ve Ceberût âlemi diye üç âlemi kabul etmiştir.

Âlem-i A’lâ: En yüce âlem demek olup kâinatı yaratan Rabbü’l-âlemînin Rubûbiyet âlemidir.

Âlem-i Ceberût: Tasavvuf; bir terim olarak Ceberût; cebir ve zorlama demektir. İlâhî kudret ve iradenin etkili
olduğu âleme ceberût âlemi adı verilmiştir. Burada insan veya başka hiç bir ‘mahlûk’un güç ve iradesi etkili değildir. Kelime olarak İbrânice’de kudret anlamına gelen “Geburah” kelimesinden geldiği bilinmektedir. Ceberut âlemi; mülk âlemi ile Melekût âlemi arasında kabul edilmektedir. Yani orta âlem olan Ceberût âlemi, üstte olan Lâhût âlemi ile altta olan Melekût âleminin ortasıdır. (Cürcanî, Kitabu’t-Ta’rîfât, Ceberût mad.) Bu da Eflâtun’un ideler âleminin
aynısıdır.

Başka bir tarife göre ise, Ceberût Âlemi Allah’ın takdîrinin yâni ‘kaza’sının bulunduğu yerdir.

Âlem-i Emr: Maddî olmayan, akıl ve hisle kavranmayan âlemdir. Âlem-i Emr ile Âlem-i Halk’ın üstündeki her şey akla ve hisse kapalıdır. Ruh ve Melekler bu âleme dahildir. Buna Âlem-i Ğayb ve Âlem-i Melekût adı da verilmektedir.

Âlem-i Esmâ’ ve Sıfat: Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatlarının oluşturduğu âleme verilen isimdir

Âlem-i Halk: Mahlûkât yani yaratılmışlar âlemidir. Âlem-i Emr’in karşıtı olan Âlem-i Halk; madde, eşya ve a’yan âlemidir. Burada sebep-sonuç ilişkisi geçerli olup her şey akıl ve duyu organlarıyla bilinebilir. Âlem-i Halk, Alem-i Emr’e bağlıdır. Çeşitli sebep ve hikmetlere binâen tedricî bir şekilde yaratılmıştır. Buna aynı zamanda Âlem-i Mülk veya Âlem-i şehâdet de denilmektedir.

Âlem-i Kübra: En büyük âlem anlamında olup buna Âlem-i Ekber adı da verilmektedir. Âlem-i Suğrâ’nın aksi olarak görülen Âlem-i Kübrâ’ya dış görünüşe göre kâinat denmektedir. Buna göre Âlem-i Suğra da insanın kendisidir. Bunun için felsefe ve tasavvufta bu iki âlem şöyle ifade edilir: “Âlem büyük bir insandır. İnsan ise küçük bir âlemdir.” Bu da insan yapısı ile kâinat arasındaki benzerlikten kaynaklanmaktadır. Zîra insan maddî bir vücûda, duyan bir ruha ve düşünen bir akla sahiptir. İnsanı kuşatan kâinat da bu üç âlemden ibarettir.

Âlem-i Mülk: Âlem-i Halk olarak da bilinen Âlem-i Mülk dünyanın kendisidir. Buna Âlem-i Şehâdet de denilmektedir.


Âlem-i Suğra: En küçük âlem demektir. Bu da insanın kendisidir. Âlem-i Kübrâ’nın karşılığı olarak kabul edilir. İnsan küçük âlem; âlem ise, büyük insandır. İnsan ile kâinat arasında ilişki kuranlar kâinatta var olan her şeyin bir benzerinin insanda da var olduğunu kabul etmişlerdir. Bu da bir felsefe ve tasavvuf tabiridir.

Hayvanlar alemi
Kuran'da bahsi geçen Arılar alemi

ARILARIN HAYATI 1
…Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine de şükretmeyecekler mi? (Yasin Suresi, 73)

   İç savaşlar, toplu katliamlar, gözünü kırpmadan adam öldüren insanlar, sokaklarda yatan çocuklar, evi barkı olmadığı için soğuktan donan insanlar, çocuk yaşta cinayet işleyenler, aile içinde yaşanan problemler, gençlik çeteleri, yolsuzluklar, …

   Günlük yaşamın bir parçası haline gelen bu gibi toplumsal sorunlar düşünüldüğünde hepsinin temelinde ortak bir eksikliğin olduğu görülecektir. Bütün bu sorunların ortaya çıkmasına neden olan adaletsizlik, dolandırıcılık, sahtekarlık, merhametsizlik gibi kötü ahlak özelliklerinin temelinde yatan da yine bu eksikliktir.

Bu önemli eksiklik insanların düşünmemeleri ve dolayısıyla gerçekleri görememeleridir. Bu gibi kişiler için ön planda olan kendi çıkarları, kendi yaşamlarıdır. Çevrelerinde yaşananlar onları ilgilendirmez. Ara sıra düşündükleri sınırlı konular da yine kendileri ile ilgilidir. Bu nedenle kendi doğru ve yanlışlarının sınırları içinde bir yaşam sürerler. Günlük yaşamın akışı içinde yaptıklarını yeterli gören bu kişiler dünyada bulunuş amaçları gibi hayati önemdeki konuları akıllarına bile getirmezler.

Çevrelerindeki canlıların özelliklerini, nasıl olup da böyle kusursuz bir çeşitliliğin ortaya çıktığını, kendi vücutlarını, gökyüzündeki dengeleri kısacası hiçbir şeyi düşünmezler. Dolayısıyla da bunların Allah tarafından “tasarlanmış”, yani “yaratılmış” olduğunu fark edemezler. Tüm evrenin yaratıcısı olan üstün güç sahibi Allah’ı gereği gibi takdir edemezler. Neden yaratılmış olduklarının ve Allah’a karşı sorumlu olduklarının bilincine varmazlar. Oysa Kuran’da düşünmenin önemini, ancak düşünen kimselerin öğüt alacağını vurgulayan pek çok ayet vardır. Bir ayette düşünen ve bunun sonucunda Allah’ın kudretinin farkına varan kişilerden şöyle bahsedilir:

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler kiEvrende Kaç Alem Var “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)

   İşte Balarısı Mucizesi kitabının amacı da Allah’ın yaratılış mucizelerinden birini daha tanıtarak bu düşünce tembelliğini kırmaktır. Bununla birlikte balarısının kitap konusu olarak seçilmesinin de çok önemli bir nedeni vardır. Balarıları Kuran’da Allah’ın dikkat çektiği canlılardandır. Allah Nahl Suresi’nde arıların Kendi vahyi ile hareket eden canlılar olduklarını şöyle bildirmektedir:

Rabbin balarısına vahyetti:

Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69)

   Görüldüğü gibi ayetlerde kendine ev edinen, meyvelerden yiyen ve bal üreten arılara dikkat çekilmektedir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi kovandaki arılarla ilgili benzer işlerin tümü işçi arılar tarafından yapılmaktadır. Bir arı kovanında işçi arılar, kraliçe arı ve erkek arılar bulunur. Kovandaki hemen hemen her türlü işle görevli olan işçi arılardır. Bununla birlikte kraliçe arının, kovanın devamlılığını sağlamak gibi son derece önemli bir görevi vadır. Erkek arılarınsa kovan içindeki tek fonksiyonları kraliçeyi döllemektir. Kısa yaşam süreleri içinde bu görevlerini yerine getirirler ve hemen arkasından ölürler.

   Arıların özelliklerinin detaylı olarak inceleneceği bu kitapta ayrıca arıların aralarında nasıl anlaştıkları, kovandaki on binlerce arının nasıl olup da problemsiz bir şekilde yaşadıkları, yönlerini nasıl buldukları, nasıl bal ürettikleri gibi daha birçok konu ayetlerle birlikte ele alınacaktır. Evrim teorisinin iddia ettiği gibi ne doğada ne de arıların hayatında başıboş ve tesadüfi bir “yaşam mücadelesi” olmadığını da ilerleyen bölümlerde bir kere daha göreceğiz.

Arı kovanındaki hayat

Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 4)

   Yirmi bin türden oluşan geniş bir familyaya sahip olan arılar, hayvanlar dünyasındaki en çarpıcı mühendislik ve mimarlık bilgisine sahip, sosyal hayatları ile diğer pek çok canlıdan ayrılan, aralarındaki iletişim ile kendilerini inceleyen bilim adamlarını hayretler içinde bırakan canlılardır.

   Bu kitabın konusu olan balarıları ise diğer arılardan farklı özelliklere sahiptir. Koloniler halinde ağaç kovuklarında veya benzeri kapalı mekanlarda kendilerine yuva yaparlar. Bir arı kolonisi, bir kraliçe, birkaç yüz erkek ve 10-80 bin işçi arıdan oluşur. Görünüş olarak birbirinden farklı olan bu üç arıdan kraliçe arı ve işçi arılar dişidir.

   Arı kolonilerinin her birinde sadece bir kraliçe bulunur ve bu kraliçe arı diğer dişilere göre daha büyüktür. Temel görevi ise yumurtlamaktır. Üreme sadece kraliçe arı vasıtasıyla olur, onun dışında diğer dişiler erkeklerle çiftleşemezler. Kraliçe, yumurtlamadan başka, koloninin bütünlüğünü ve kovandaki sistemin işleyişini sağlayan önemli maddeler de salgılar.

    Erkekler ise, dişilerden iridirler ama ne iğneleri vardır, ne de kendileri için besin toplayabilecek organları. Tek fonksiyonları kraliçeyi döllemektir. Kovanda petek örme, yiyecek toplama, arı sütü üretme, kovan ısısını düzenleme, temizlik, savunma gibi akla gelebilecek tüm işleri ise işçi arılar yaparlar.

   Arı kovanındaki hayatın her aşamasında bir düzen vardır. Larvaların bakımından, kovanın genel ihtiyaçlarının teminine kadar her görev hiç aksamadan yerine getirilir. Bu düzenin en belirgin örneklerinden biri de kovandaki yavruların bakımı sırasında ortaya çıkar. Diğer arıların yavrulara gösterdikleri özen ve sergiledikleri özverili davranışlar detaylı olarak incelendiğinde bu konu daha iyi anlaşılacaktır.

Arıların yuvalarına gösterilen özen

  Bazı canlı türlerinde yavruların bakımı diğerlerine göre daha fazla özen gerektirir. Özellikle yumurta, larva, pupa gibi değişik evrelerden geçerek erişkin hale gelen canlılarda, her evrede farklı yönde bir bakım uygulanır.

   Arılar da farklı büyüme evrelerinden geçerler. Arı yavruları, sırasıyla larva ve pupa evrelerini tamamlayarak erişkin hale gelirler. Kraliçe arının yumurtaları bırakması ile başlayan bu dönem boyunca arı yavrularına son derece özenli ve dikkatli bir bakım uygulanır.

   Arı kovanlarındaki yavruların bütün sorumluluğu işçi arılara aittir. İşçi arılar öncelikle kraliçenin yumurtlaması için peteklerin içinde özel olarak belirlenmiş bir bölgede kuluçka hücreleri hazırlarlar. Bu hücrelere yumurtlamak için gelen kraliçe arı, hücrenin temizliğini ve uygunluğunu kontrol ettikten sonra her peteğe birer yumurta bırakarak ilerler.

Yumurtaların gelişimi için gerekli olan şartların sağlanmasından, yumurtadan çıkacak larvaların ihtiyaçları olan besin maddelerinin temin edilmesine, hücre sıcaklıklarının sabit tutulmasından, özel hücre kontrollerine kadar pek çok şey özel olarak ayarlanır. İşçi arılar, detaylı metodlar kullanarak larvalara çok dikkatli bir bakım uygularlar

İşçi Arıların Larvalara Uyguladıkları Titiz Kontrol

Kraliçe arının büyük bir hassasiyetle hücrelere yerleştirdiği arı yumurtaları yaklaşık 3 gün içinde gelişirler. Bu sürenin sonunda hücrelerden beyaz kurt şeklindeki arı larvaları çıkar.1 Yumurtadan çıkan bu canlıların gözleri, kanatları ve bacakları yoktur. Dış görünüş olarak balarısına hiç benzemezler.

    İşçi arılar bu yeni doğmuş larvaları son derece dikkatli ve özenli bir şekilde beslerler. Öyle ki tek bir larvanın büyüme dönemi boyunca yaklaşık 10.000 kere işçi arılar tarafından ziyaret edildiği tespit edilmiştir.2 Larvalar yumurtadan çıktıktan sonraki ilk üç günleri boyunca arı sütü ile beslenirler. Larva dönemi arıların sürekli beslendikleri ve beden olarak en çok geliştikleri dönemdir. Arı larvaları bu dönemdeki düzenli beslenme sonucunda 6 gün içerisinde ilk ağırlıklarının 1500 katına kadar ulaşırlar.3

     Kraliçe arının yumurtaları bırakmasından 3 gün kadar sonra kurt şeklindeki arı larvaları ortaya çıkar. Arı larvaları, 6 gün içinde ilk ağırlıklarının 1500 katına ulaşır ve neredeyse bulundukları hücrelere sığmaz olurlar (solda). Bu noktadan sonra büyüme durur ve pupa aşaması başlar.(sağda)

    Kovanda bulunan binlerce larvaya karşılık bir o kadar da dadı işçi arı vardır. Sürekli hareket halinde olan bu dadı arılar yumurtaları ve larvaları kolaylıkla kontrol altında tutarlar. Kovanda binlerce arı larvası olmasına ve bu larvaların beslenme şekillerinin günlere göre değişiklik göstermesine rağmen hiç karışıklık çıkmaz. Larvaların hangisinin kaç günlük olduğu, hangisinin ne ile besleneceği gibi detaylar işçi arılar tarafından hiç atlanmaz.

    Bu son derece şaşırtıcıdır, çünkü hücrelerde kraliçe arı tarafından farklı dönemlerde bırakılan ve farklı büyüklüklere sahip olan pek çok yumurta vardır. Ve yavru arılar özellikle larva döneminde kaç günlük olduklarına göre bir beslenme programına tabi tutulurlar. Buna rağmen dadı arılar larvaların beslenmesinde bir problem yaşamazlar.

Arı kovanındaki özel hazırlanmış peteklerde büyümeye devam eden larvaların yedinci günlerinde şaşırtıcı bir olay gerçekleşir. Larva yemek yemeyi keser ve bakıcı arılar larvanın bulunduğu hücrenin ağzını mumdan yapılmış, hafif kubbeli bir kapak ile tamamen kapatırlar.4 Bu sırada larva da kendi ürettiği bir madde ile bulunduğu odanın içinde etrafına koza örerek kendini buraya adeta hapseder.5

Arı larvaları bu şekilde pupa evresine bir geçiş yaparlar. Pupa döneminin detaylarına geçmeden önce dikkatle incelenmesi gereken nokta, koza örülen maddenin yapısıdır.

Arı larvalarının kafalarında bulunan çift taraflı ipek bezleri sayesinde ürettikleri bu maddenin özelliği; hava ile temasa geçmesinden kısa bir süre sonra sertleşmesidir. Diğer bir özelliği ise içerdiği “fibroin” isimli protein sebebiyle kuvvetli bir bakteri öldürücü ve enfeksiyon önleyici etkisi olmasıdır. Arılar üzerinde araştırma yapan bilim adamları, bu canlıların ördükleri koza sayesinde larvaların mikroplardan korunduklarını tahmin etmektedirler.

Kozanın örülmesinde kullanılan ağ, farklı kimyasal maddelerin belirli oranlarda karışımından oluşmaktadır.

1-Elastik bir protein olan “Fibroin” % 53.67. (Bu bileşik, glikol (% 66.5), lösin (% 1.5), arjinin (% 1), tirozin (% 10)’den meydana gelir.)
2-Jelatin yapısında yine bir protein olan “Serizin” % 20.36. (Bu madde serin (% 29), alanin (% 46) ve lösin (% 25)’den meydana gelmiştir.)
3-Diğer proteinler % 24.43
4-Mum % 1.39
5-Yağ ve reçine % 0.10
6-Renk maddesi % 0.05 6

Arı larvalarının koza ördükleri bu ipeğin formülü her arıda aynı şekilde üretilir. Milyonlarca yıldır bütün arı larvaları son dönemlerinde ördükleri kozalarında yukarıdaki formüle sahip olan ipeği kullanır. Ayrıca arı larvaları bu karmaşık yapılı maddeyi her zaman değil, sadece ihtiyaçları olan büyüme dönemlerinde üretmeye başlarlar. Bunlar göz önünde bulundurularak düşünülecek olursa akla pek çok soru gelecektir. Örneğin larvaların vücudundaki bu kimyasal madde nasıl ortaya çıkmıştır? Gözü, kanadı, beyni, olmayan, bir et parçasından farksız, henüz dünyayı hiç görmemiş, nasıl şartlarda bir yaşam süreceğini bilmeyen bir larva kendi başına karar verip, böyle bir şey oluşturabilir mi? Örneğin kimyasal maddenin koruyucu formülünü larvanın kendisi mi bulmuştur? Üretimini larva kendi kendine mi başarmıştır? Bu kimyasal maddeyi larvanın vücuduna kim yerleştirmiştir?

Solda, bakımı başka canlılar tarafından sağlanan arı larvalarının anatomik yapıları görülmektedir. Bir et parçası şeklindeki böyle bir canlının kendi kendine karar vermesi ve gelişmesi için gerekli kimyasal maddeleri üretmesi kuşkusuz imkansızdır.

Yavru arıların gelişim aşamaları

Elbette ki koza örmede kullanılan ipeğin oluşmasını; hareket bile etmeyen, bakımı başka canlılar tarafından sağlanan, göremeyen, duyamayan, sadece çok basit yaşamsal fonksiyonlara sahip olan larvanın kendisi sağlamış olamaz. Böyle bir şeyin iddia edilmesi elbette ki bilimsellikten ve akılcılıktan uzaklaşmak olacaktır. Çünkü bu iddia arı larvasının kimyasal madde oluşturabilecek bilgilere sahip olduğu, matematiksel hesaplar yapabildiği gibi çıkarımların kabul edilmesi demektir. Bu ise bilimsel olmaktan çok hayali bir iddia olacaktır.

Yalnız burada vurgulanması gereken son derece önemli bir nokta vardır. Söz konusu canlı şuur sahibi bir canlı olsa da değişen bir şey yoktur. Çünkü hiçbir canlının kendi vücudunda var olmayan bir sistemi kendi kendine oluşturması söz konusu değildir. Örneğin insan, doğadaki akıl sahibi yegane varlıktır. Ama buna rağmen bir insanın çok basit formüllü de olsa bir kimyasal madde üretimini sağlayacak sistemleri kendi vücudunda oluşturması mümkün değildir. Bu durumda akıl ve bilinç sahibi insanların yapamayacağı bir şeyi bir böceğin yapabileceğini iddia etmek de kesinlikle akla ve mantığa sığmayacak bir davranıştır.

“Larvanın koza üretiminde kullandığı ipek nasıl meydana gelmiştir?” sorusunun cevabını verebilmek için öncelikle ipeği oluşturan maddeleri tekrar hatırlayalım. Bunlardan biri olan fibroin; glikol, lösin, arjinin ve tirozin maddelerinin belirli oranlarda birleşmesiyle meydana gelen bir maddedir. İpeği oluşturan maddelerden başka biri olan serizin ise serin, alanin ve lösin’in çok hassas yüzdelerde biraraya gelmesiyle oluşur. Arı larvalarının koza örerken kullandıkları ipeğin yapısındaki maddeler sadece bu kadar değildir. Bundan başka mum, yağ ve reçine gibi maddeler de ipeğin yapısında bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi ipeğin oluşması için çok sayıda maddenin belirli oranlarla biraraya gelmesi gerekmektedir. Bir deney yapalım ve ipeği oluşturan maddelerden en basit yapılı olanını ele alarak bu maddenin kendi kendine oluşmasını bekleyelim. Ne kadar beklersek bekleyelim, ne gibi işlemler yaparsak yapalım sonuç asla değişmeyecektir. Ve günlerce, aylarca, yıllarca hatta milyonlarca yıl boyunca beklense de, değil bu maddelerden tek bir tanesi, bu maddeleri oluşturan atomlardan tek bir tanesi bile tesadüfen oluşamayacaktır. Bu durumda koza örmede kullanılan ipeği oluşturan maddelerin her birinin tesadüfen ortaya çıktığını ve daha sonra yine tesadüfen biraraya gelerek ipek oluşturduklarını iddia etmekse tamamen akıl ve mantık ölçülerinden uzaklaşmak olacaktır.

İpeğin oluşumu bir arının yumurtadan çıkıp, uçabilir hale gelmesi için gerekli olan pek çok mekanizmadan sadece bir tanesidir. Larvanın arıya dönüşebilmesi için bütün mekanizmaların aynı anda bir bütünlük içinde çalışması gereklidir. Herhangi bir eksiklik arının gelişememesine yani, ölümüne neden olacaktır. Bu da arı neslinin zaman içinde yok olması demektir. Bu durumda varılan sonuç, arıların evrimcilerin iddia ettikleri gibi zaman içinde kendiliklerinden ortaya çıkmadıkları, bir anda tüm sistemleriyle birlikte var olduklarıdır. Bu da arıların bir Yaratıcı tarafından yaratıldıklarını bize gösterir. Bu Yaratıcı tüm evrene hükmeden, üstün bir aklın sahibi olan Allah’tır.


Arıların ne gibi özelliklere sahip olmaları gerektiğini belirleyen ve bunların tümünü eksiksiz bir şekilde onlarda var eden, larvaya nasıl koza öreceğini ilham eden, kısacası arıların her hareketine hükmeden Allah’tır.


ÂLEM-İ ASGAR: Daha küçük âlem. En küçük âlem. İnsan. (Nasıl ki insanın anasırları, Kâinatın unsurlarından; ve kemikleri; taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından, ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz'ın çeşmelerinden ve mâdeni sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın ruhu, âlem-i ervahtan; ve hafızaları, levh-i mahfuzdan; ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden.. ve hakeza.. her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat'i şehadet ederler.


ÂLEM-İ CEBERUT: Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur. Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır).


ÂLEM-İ EKBER: En büyük âlem. Kâinat.(Şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misâl-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delâilini gösteriyorlar. Evet, kâinattaki san'at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki san'at, Sâni-i Vâhid'e şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebini san'at dahi, yine O Sâni'a işaret eder, vahdetini gösterir.  

ÂLEM-İ EMİR: Sâdece bir emr-i İlâhî ile işlerin hemen olduğu âlem. Yaradılışa ait kanunlar âlemi.(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissi olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emri, vücud-u harici giyse idi o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bakîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz.

    Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı zerre gibi bir çekirdeğinde ölmiyerek baki kalır. İşte madem en âdi ve zaif emri kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insani, değil yalnız bekâ ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'anın nassıyla $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki; kudret-i ezeliyye, ona vücud-u harici giydirmiş. 

    Demek, nasıl ki, sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekâya mazhar olmak daha ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki zivücuttur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha ulvidir. Çünki zişuurdur. Hem onlardan daha daimidir, daha kıymettardır. Çünki zihayattır. S.)(Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zatın, o çokluğun herbirisiyle bizzat mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir. Evet asker neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı, ancak emir ve iradesiyle husule gelir. 

   Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri, neferata havale edilirse, her bir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya herbir neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzat mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi. M.N.)

ÂLEM-İ ESBAB: Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe dayanarak olduğu âlem. Bu dünya.


ÂLEM-İ FÂNİ: Gelip geçici âlem, dünya.


ÂLEM-İ HÂB: Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de kullanılır.


ÂLEM-İ İSLÂM: İslâm dünyası. İslâm milletleri. (Ey âlem-i İslâm, uyan! Kur'ana sarıl! İslâmiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol! Ve ey Kur'ana bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur'ana yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i manevîsi olan Nur Risalelerini mütalaa etmeğe çalış. Lisanın, Kur'anın âyetlerini âleme duyururken, hâl ve etvar ve ahlâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı hâlin ile de Kur'anı oku. O zaman sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun! Ey asırlardan beri Kur'anın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâdı ve torunları! Uyanınız, âlem-i İslâmın fecr-i sadıkında gaflette bulunmak, kat'iyyen akıl kârı değil! Yine âlem-i İslâmın intibahında rehber olmak, arkadaş kardeş olmak için Kur'anın ve İmanın nuruyla münevver olarak İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip hakiki medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyyeye sarılmak ve onu, hâl ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır. T.H.)


ÂLEM-İ KEVN: Varlık âlemi. Kâinat.


ÂLEM-İ KEVN Ü FESAD: Cismani âlem. Bir taraftan vücuda gelip, diğer taraftan da harab olan fâni âlem.


ÂLEM-İ MA'NA: Mâna âlemi, bazı ehline münkeşif olan âlem, mânen anlaşılan ve bilinen âlem.


ÂLEM-İ MENÂM: Uyku âlemi, rüya âlemi.

ÂLEM-İ NÂSUT: İnsanlar âlemi ve dünya hayatı. Mahlukiyet. Âlem-i Lâhut'un zıddı.

ÂLEM-İ SABAVET: Çocukluk dünyası.

ÂLEM-İ SÜFLÎ: Süflilerin âlemi. Dünyâ âlemi. Âlem-i şehadet, âlem-i nâsut. (Şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azim bir şecere mânasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin: Anasır, dalları; nebatat ve eşcar, yaprakları; hayvanat, çiçekleri; insan, meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i zülcelâl'in, ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm'dir. S.)

ÂLEM-İ ŞUHUD: Bilip keşfedilen, görür gibi bilinen âlem. Görünen âlem. Dünya. Kâinat.


ÂLEM-İ TEKVİN: Devamlı değişen. Vücud ve hudus âlemi.


ÂLEM-İ ULVÎ: Ulvi âlem, ruhlar âlemi.


ÂLEM-İ ZUHUR: Görünen âlem, şahâdet âlemi, şu anda içinde yaşadığımız âlem.



ALEM-İ ZÂTÎ: Zata âit isim, zatına âit işâret, zâtına mahsus alâmet, delil.(Evet, Zât-ı Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahman, rızka bakar. Ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. Hem Rahman'ın en zâhir mânası, Rezzak'tır. 


Meseleyi kavramak açısından Miraç olayı en iyi kaynaktır.
Miraçta Gösterilen Alemler:



  Miraçta peygamberimize gizli alemler, gizli haller ve cennet cehennem gösterilmiştir. Cenab-ı Allah kendisine tecelli etmiştir.


 Peygamber Aleyhisselamın göğsünün yarılarak, kalbinin yıkanmasından sonra miraç olayının vuku bulması, insanın Rabbine yükselebilmesi için dünya ve dünyadakilerden arınması gerektiği mesajını alıyoruz. Çünkü manevi yükseliş ancak kalbinin temizlenmesi ile olacaktır.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa (as)'ın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miracını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.

Bir rivayette Hz. İsa (as)'ın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Mi’raca yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin!” dediler, tebrik ettiler.

Miraç hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından bizzat Rasülüllah (asm)'den rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, Buhari, Müslim ve Nesai gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.

Peygamberimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:

''Bir gece, Ümmü Hani’nin evinde (bir rivayete göre Kâbe’de) iken Cebrail (a.s.) geldi. ''Ey Muhterem Nebi! Yarlıgayıcı olan Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.'' dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksa'ya geldik, Cebrail Burak’ı, bütün peygamberlerin, hayvanlarını bağladıkları bir halkaya bağladı. Mescitte diğer peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, ''Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır.'' dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım. Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince ''Yaratılışına uygun olanı seçtin.'' dedi.''

Ebu Said-i Hudri’nin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle devam ettiler:

''Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir. Ölülerin ruhları da bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail beni bu merdivenden “Hafaza kapısı”na kadar çıkardı. Yeni dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada Cebrail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden soruldu:

- Sen kimsin
- Ben Cebrail’im.
- Yanındaki kim
- Muhammed (s.a.v.)
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.

Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semayı muhafaza eden İsmail isminde müekkel büyük bir melek, yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.

''Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, ''Ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!'' diyor; kâfir ruhu ise, ''Ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın!'' diyor.''

'Ya Cebrail, bu kimdir' diye sorduğunda ''Baban Âdem'dir.'' diye cevap verdi. O, bana selâm verdi ve 'Hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlât.'' diye karşıladı.''

''Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca Cebrail, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zinakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun hanedanının ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm.''

Peygamber Efendimiz (asm), semanın ikinci katında teyze çocukları olan Hz. Yahya ile Hz. İsa ile karşılaştı. Üçüncü semada ise, Hz. Yusuf ile görüştü. (bk. Buhari, Menakbu’l-Ensar, 42; İbn Hacer, Fethu’l-bari, 7/201, 210) Dördüncü semada İdris (a.s) ile, beşinci semada Harun (a.s) ile ve altıncı semada Hz. Musa (a.s.) ile görüştü. Onların da hepsi ''Hoş geldin ey salih kardeş, salih Nebi.'' dediler.

Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:

''Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbrahim (a.s) ile buluştum. Sırtını Beytü'l Mamura dayamış; beni selâmladı. ''Hoş geldin ey salih Nebi!.. Hoş geldin ey salih evlât.'' dedi. Burada bana denildi ki, ''işte senin ve ümmetinin mekânı.'' Sonra Beytü'l Mamura girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin melek tavaf eder ve bir daha kıyamete kadar tavaf için bunlara sıra gelmez.''

Peygamber Efendimiz (asm), burayı anlatırken şu âyet-i kerimeyi okudular:

''Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir.'' (Müddesir, 74/31)

Peygamberimiz (asm) yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:

''Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir memba akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrail'e bunu sorduğumda dedi ki: 'şu rahmet nehri, şu da Allah (c.c)'ın sana verdiği “Kevser Havzı”dır.' Rahmet nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser yolunu tutarak Cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm."

Resul-ü Ekrem, lâhut aleminin bu en yüksek yerinde Refref denilen bir vasıta ile Allah'ın dilediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle buyururlar:

''Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, nede cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim; 'Yaklaş ey Muhammet!' Ben de Kâb-ı Kavseyn miktarı yaklaştım. Rabbimin ilhamı ile şunları okudum:

'Ettehiyyatü lillâhi, vessalâvatü, vettayibatü' (En güzel tahiyye Allah’a mahsustur. Bedenî ve malî ibadetler de O’na lâyık ve mahsustur.) Bunun üzerine Allah (c.c) şu mukabelede bulundu:

'Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi veberekâtühü.' (Ey Nebi, selâm sana olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana olsun). Ben tekrar;

'Esselâmü aleyna ve alâ ibadillâhissalihin (Selâm bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun) dedim. Sonra bu hadiseye baştan beri şahit olan Cebrail ( a.s)

'Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü' (Ben şahadet ederim ki, Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammet, Allah'ın kulu ve elçisidir.) dedi.''

Rasülüllah Efendimiz (asm), Rabbinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Hz. Musa (as)’ın yanına gelince; Hz. Musa, ''Allah sana neler emretti?'' diye sordu. Peygamberimiz (asm) de elli vakit namazla emr olunduğunu söyledi. Hz. Musa, ''Ya Rasûlâllah, elli vakit namaz çoktur. Bu, senin ümmetine fazla gelir, yapamazlar. Rabbine iltica et de hafifletsin.'' dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v) tekrar geri dönüp namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz Hz. Musa (as)'nın yanına gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz (asm) birkaç kere geri dönerek Rabbine iltica etti. Böylece; namaz beş vakte kadar indirildi.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

Peygamberimiz sitret’ül Münteha da Cebrail Aleyhisselamdan daha ileri git-miştir. Peygamber Aleyhisselam, bu duru-ma kulluğu ile ulaşmıştır.

Cebrail Aleyhisselamın “Bir adım daha atarsam yanarım” demesine karşılık, Hz. Peygamber huzur-u ilâhiye ulaşmıştır.

İnsan, imanı, amelleri ve takvası ile meleklerden daha aziz, daha üstün olurken, şunu da unutmayalım ki; insan yaptığı işlerle şeytanı bile geride bırakabilir. Allah’ın “hayvanlardan da aşağı” ifadesine muhatab olabilir.




Peygamber Aleyhiselam Miraçta Gördüklerini Şöyle Anlatır:

1-     “Göğe çıkarıldığım gece Cebrail(as)’ı gördüm, Allah korkusundan eski kilim gibi titriyordu.” (Ramuz el Ehadis: 353/6)

2-     Efendimiz(SAV), “Miraçta ümmetler bana gösterildi, ümmetimin çokluğu beni sevindirdi. Razı oldun mu? diye bana soruldu, ben de evet razıyım, dedim. Yetmişbin kişi hesapsız Cennete girecek, denildi. Bunlar kin tutmayan, efsun ettirmeyen-ler, Allah(c.c)’ya tevekkül edenler” dendi, der.

3-     “Miraca götürüldüğüm gece cennette yüksek seviyede yapılmış köşkler gördüm. Cebrail’e:

– Bunlar kimin içindir, diye sordum. Cebrail şöyle cevap verdi:

– Öfkesini yenenler ve insanları af edenler içindir.” (Age. 287/11)

4-     Karınları şiş kimseler gördüm. Firavun taifesi onları çiğniyorlardı.

– Kim bunlar, dedim. Cebrail:

– Faiz yiyenler, dedi.

5-     Bazısı pislik yiyor, bazıları avret yerlerinde bir yama ile hayvanlar gibi otluyor, bazıları memelerinden, bazıları ayaklarından asılı bir topluluk gördüm:

– Kim bunlar, diye sordum. Cebrail:

– Zina eden, çocuklarını öldürenlerdir, dedi.

6-     Kendi etlerini yiyenler, derilerinden kesilip ağızlarına tıkılanlar gördüm.

– Kim bunlar ? diye sordum. Cebrail:

– Dedikodu yapanlar, dedi.

7-     Eken, hasat yapan bir topluluk gördüm. Hasat tamamlanır tamamlanmaz olduğu gibi ekinlerin yerine geldiğini gördüm:

– Bunlar kim? dedim. Cebrail:

– Bunlar Allah yolunda gayret sarf edenlerdir, dedi.

8-     Başları taşla  ezilen bir topluluğa rastladım. Başlar eziliyor kısa zamanda eski haline dönüyor, tekrar eziliyordu.

– Kim bunlar? dedim. Cebrail (AS):

– Başları namaz kılmayan kimselerdir, dedi.

9-     Bir demet odun toplayan, fakat taşıyamayanlar dördüm.

– Kim bunlar? dedim.  Cebrail (AS):

– Emanete ihanet edenler, dedi.

10- Dil ve dudakları kesilen, kısa zamanda iyileşen, tekrar kesilenler gördüm.

– Kim bunlar? dedim. Cebrail (AS):

– İnsanları, fitneye çağıran, aralarına fitne sokan-lardır, dedi.

11- Dudakları devedudağı gibi kimseler vardı. Parça parça et kesiliyor, ağızlarına da ateşten taş koyuyorlar, taşlar dübürlerinden çıkıyordu.

– Kim bunlar? dedim. Cebrail (AS):

– Hak yiyenlerdir, dedi.

12- Bir topluluk gördüm önlerinde sofra vardı. Sofra güzel yemeklerle donatılmıştı, onlar o yemekleri bırakıp pislik yiyorlardı.

– Kim olduklarını sordum.

– Helâl eşlerini bırakıp harama yönelenlerdir, denildi.

Allah rasûlü, görülmesi hoş olmayan bu manzaraları görmüş, ibret almamız için bize anlatmıştır. Ayrıca bu olaylar, Allah’ın bize mesajlarıdır. Bundan başka Allah Rasûlü şu manzaralarla da karşılaşmıştır.

13- “Miraç gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi şiş idi. Bu şiş karınlar, yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışardan gözüküyorlardı. Ben “Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir?” diye sordum.” “Bunlar faiz yiyenlerdir” dedi. (Kütüb-i sitte: 17/264 + Ramuz el Ehadis: 15/6)

14- “Miraca çıkarken Kudüs’e yakın bir yerde Musa peygambere uğradım. Kabrinde uyakta namaz kılıyordu.” (Age: 15/4)

15- “Miraca çıkarken bir topluluğa rastladım. Dudakları ateşten makaslarla kesiliyordu. Ardından dudaklar tamamlanıyordu. Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir? diye sordum. Bunlar senin ümmetinin hatipleridir, yapmadıklarını söylerler, Kur’an-ı okurlar fakat onunla amel etmezlerdi” dedi. (Age: 15/5)

16-  “Adem’in sağında güzel koku çıkaran bir kapı, solunda da kötü koku çıkaran bir kapı vardı. Sağdaki kapıya bakıp gülüyor, soldaki kapıya bakıp ağlıyordu. Cebrail’e sordum:

– Bu kimdir?

– Baban Adem, sağdaki cennet kapısıdır. İnsanların oraya gittiğini görünce gülüyordu. Soldaki kapı cehennem kapısıdır. İnsanların oraya gittiğini görünce ağlıyor.” (Büyük Hadis Külliyatı: 5/52) dedi.

Bunların hepsi vahyin bir parçasıdır. Her müslüman bu olayları göz önünde tutarak yanlış yapmamaya çalışmalıdır.

17- “Miraç gecesi cennetin kapısı üzerinde şu yazıyı gördüm: “Borç verme sadakadan efdaldır.” sebebini sordum. Cebrail: “Dilenci, yanında çoğu zaman para olduğu halde sadaka ister. Borç yiyen ise, ihtiyaçtan dolayı ister.” dedi. ”

18- Miraç gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bakır tırnaklarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı.

“Ey Cebrail! Bunlar da kim?” diye sordum. Cebrâil(as) şöyle buyurdu:

“Bunlar, insanların etlerini yiyenler (gıybetini yapanlar) ve ırzlarını (şereflerini) çiğneyenlerdir.” (Ebu Davut Edep: 40)

Allah Rasûlü miracta daha bir çok olayla karşılaşmış ve ibret verici manzaralarla karşılaşmıştır. En ibretli olaylardan biri de şudur:

19-  Semûre İbn’u Cündeb(ra) şöyle anlatır:

Bir sabah Allah Rasûlü herzaman sorduğu gibi:

– Sizden rüya gören yok mu? diye sordu. Kendisi-nin rüyasını anlattı:

“Bana iki kişi geldi, “yürü” dedi, yürüdük. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında da elinde kocaman bir taş olan adam duruyordu. Adam o taşı o adamın başına vuruyordu. Böyle devam edip gidiyordu. Ben:

“Sübhanellah, nedir bu hal?” dedim.

– Yürü! Yürü! dediler. Yürüdük, sırtüstü yatan birinin yanına geldik. Onun yanında da elinde kancalar bulunan bir adam duruyordu. Bu demir çengelle yüzünün bir tarafını parçalıyordu. Sonra diğer yüzünü parçalıyordu. İyileşince tekrar bu işi yapıyordu. Ben:

– Sübhanellah, nedir bu hal? dedim. Yürü! Yürü! dediler.

Yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. Bir adam nehirde yüzüyor. Bir adamda yanındaki taşlarla o adamın her kenara gelişinde o taşları ağzına atıyordu. Bu kim dedim. “Yürü, yürü!” dediler.

Çirkin görünümlü bir adamın yanına geldik. Böyle çirkin birini görmemişsinizdir. Adam ateş yakıyor etrafında dönüyordu. Kim bu diye sordum. “Yürü” dediler. Yürüdük. Büyük bir ağacın yanına geldik. Bu ağaç büyük ve güzeldi. Beraberce ağaca çıktık. Altın ve gümüş malzeme ile yapılmış evler gördük. Bizi, bir yarısı güzel, bir yarısı çirkin insanlar karşıladı. Yanımdakiler onlara bir nehir gösterip “gidin, yıkanın” dedi. Onlar yıkandı ve çirkinlikleri yok oldu. Bana oranın cennet olduğunu söylediler. Makamını gösterdiler. Girmek istedim, sokmadılar.

Olanları sordum. Bana şöyle anlattılar:

– Taşla başı yarılan, Kur’an-ı ve namazları terkedendir.

– Yüzü parçalanan, yalan söyleyen, etrafa yalan yayan kimsedir.

– Fırındakiler, zina yapanlardır.

– Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan, faiz yiyendir.

– Ateş yakıp etrafında dönen, cehennem bekçisidir.

– Bahçedeki uzun boylu adam, İbrahim (as)dır. Çocukları ise buluğa ermeden ölen çocuklarıdır. Biri:

– Müşriklerin çocukları da mı? diye sordu. Peygamber:

– Evet dedi ve anlatmaya devam etti:

– Yarısı güzel yarısı çirkin olanlar, hem iyi hem de kötü amel işleyenlerdir. (Prof.Dr.İ.Canan Hadis Ans: 3/427)

Günahlardan, haramlardan kaçalım. Nasıl kaçalım?

– Miraçta peygamberin gördüklerini hatırlayarak,

– Allah’ın günahtan vazgeçene vereceği sevabı düşünerek

– Allah’ın  azabını göz önüne getirerek,


– Cenneti cehennemi düşünerek,


Üstad Hazretlerinin Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 225-226 Alemlerle ilgili bölümü:

  Rahmân ismi Rezzak burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı. 
Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. 
    O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi. 
Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, "Eyvah" dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metâlibe müteveccih fakr ve ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâlarıyla beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdi zeval ve firak belâsı içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

   İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum feryatla ağlamaya hazırken, birden Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler. 
   Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstait ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden biçare nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. 
   Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz ve Musahhiru’ş-Şemsi ve’l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki, o hâlette bana küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi, tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyyâ edilmiş bir şekilde gördüm. 

Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve, sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.


  Sonra, kalb her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için, seyahate iştahı açılıyordu. Hayale binip semâya çıkmak istedi.
O vakit gayet geniş bir perde daha açıldı; kalb semâvat âlemine girdi. Gördü ki, o nuranî, tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve ondan daha sür’atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe edecek; öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâli, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semâvâtı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.
Birden, -1- un  Esmâ-i Hüsnâsı, -2- burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mânâ cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden birer lem’a alıp, yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o âlem-i semâvat nurlandı. O boş ve hâli tevehhüm edilen semâvat dahi, melâikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelâlin haşmetini ve şâşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerrâtımla ve beni dinleselerdi bütün mahlûkatın lisanlarıyla diyecektim; hem umum onların namına dedim: 


-3- âyetini okudum, döndüm, indim, ayıldım. "Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmâni ve’l-Kur’ân" dedim.
Said Nursi
• • •

1 "And olsunki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik." Mülk Sûresi, 67:5.

2 "Güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi." Ra’d Sûresi, 13:2.

3 "Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur." Nur Sûresi, 24:35.


Share:

0 yorum:

Yorum Gönder