Cenâbı Hakkın yetmiş bin perde arkasında olması
Yetmiş bin perde, İlâhî sıfatların ve isimlerin tecelli mertebeleri ve mahlûkat âleminin tabakaları manasına gelir. Perdenin görünmeye engel olma manası olduğu gibi, görüntü mahalli manası da vardır; evimizin perdeleri birinciye, sinema perdeleri ikinciye misaldir. Soruda geçen perde kelimesi ikinci manada kullanılmıştır. Her varlık bir perdedir, onda Allah’ın Hâlık (yaratıcı, var edici) ismi okunur. Hayatlar bir perdedir Muhyi (hayat verici) ismini gösterirler. İlâhî isim ve sıfatların sonsuz tecelli mertebeleri vardır. Bunların her biri bir perdedir.
Misâl olarak Hakîm ismi üzerinde kısaca duralım: Hakîm, yani her şeye nice hikmetler takan, nice mânâlar ve faydalar yerleştiren. Bütün varlık âlemini tümüyle seyredebilmekten çok uzak olduğumuza göre, hiç olmazsa bu kâinatın bir küçük misali olan kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle, faydalarla âdeta kaynaşıyor. Gözümüz, kulağımız, dişimiz, derimiz, iç organlarımız her biri ayrı bir ihtisas sahası. Her biri için nice tezler yazılmış, nice tebliğler sunulmuş, nice kitaplar telif edilmiş.
Bu kitaplarda ortaya konulan hikmetlerin tamamı, Hakîm isminin insan bedenindeki tecellisinin özlü bir tefsiridir. Buna aklımızı, hafızamızı, his dünyamızı da eklediğimizde maddemiz ve mânâmızla Hakîm ismine en güzel bir ayna olduğumuzu idrak ederiz. Sadece bir insanda bile hakîm isminin bu kadar tecelli mertebeleri bulunduğunu görmekle ilâhî sanat ve hikmete hayran oluruz. Ve anlarız ki: : “Cenâbı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”
Düşüncemizi varlık âleminin diğer birimlerinde ve fertlerinde de dolaştırmaya çalışırız. Hayalimizi semalara ve ötelerine göndeririz. Meleklere, arşa, levh-i mahfuza varırız. Hakîm isminin bu varlıkların her birinde başka tarzlarda ve farklı mertebelerde tecelli ettiğini görür ve yine aynı hakikate varırız: “Cenâbı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”
Nur Külliyatından Miraç Risalesinde, yetmiş bin perdenin, “berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat” olduğu ifade edilir. Bir başka bahiste ise, Cenâbı Hakkın “huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek” gerektiği vurgulanır.
Maddî ve ekvanî şeklinde vasıflanan zulmanî perdeler, şu gördüğümüz madde âlemidir; Bunlar bir önceki vecizede “tabakat-ı mevcudat” şeklinde ifade edilmişlerdir. Nuranî perdeler için “esmaî ve sıfatî” denilmiştir. Bu perdeler, ilâhî isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir ve yine bir önceki vecizede berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al olarak kaydedilmiştir.
Soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah’ın Rezzak ismini çok küçük bir perdede okuyabiliriz. O anda üç dört nimeti, yine üç dört kişi yemektedir. Şehrimizdeki yüz binlerce insanı, sofraları başında hayal etsek, Rezzak ismini daha geniş bir perdede seyretme imkânı buluruz.
Bu yüz binleri, milyarlara taşıyalım. İnsanlar âlemine, bir milyonu aşkın hayvan türünü de ilâve edelim. İçinde bulunduğumuz zamanı genişletelim; geçmiş asırları düşünelim, gelecek nesillere nazar edelim. Her defasında bu ilâhî ismin tecellilerini daha geniş bir dairede temaşa etmiş oluruz.
Rezzak ismi gibi bütün isimlerin de böyle en küçük daireden, en geniş dairelere kadar nice tecellileri var.
İşte miraç mucizesiyle bu tecellilerin tümü seyredilmiş, ilâhî sıfat ve fiillerin bütün icraatları müşahede edilmiş ve mevcudat tabakalarının tamamı çok gerilerde bırakıldıktan sonra, bütün bu mülk âleminin yegâne maliki, tek Hâlıkı ve Hâkimi olan Cenâbı Hakkın rüyetine mazhar olunmuştur. O en büyük Resulün(asm.) bu en yüksek mucizesi bize en açık bir şekilde ders verir ki: “Cenâbı Hak yetmiş bin perde arkasındandır.”
Bu kâinat kitabı gibi Kuran-ı Kerim de perde perde mânâlarla sarılı, iç içe nice sırlar ve hikmetlerle dolu. Bir perde seyredilmeden ikincisine geçilemiyor. O ilâhî fermanın kaynağı olan Kelam Sıfatına gerçek mânâda muhatap olmak için, beşerin önünde sayılamayacak kadar perdeler var.
Sahabeleri, müçtehitleri, mücedditleri, bütün evliya ve asfiyayı ve nihayet tüm müminleri aynı Kur’anın terbiye ettiği düşünülürse o İlâhî kelam ile aramızda yetmiş bin perde olduğu açıkça görülür. Bütün bitkiler aynı güneşe yüzlerini dönerler, ama her biri kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder ve feyiz alırlar. Bir bahçedeki her ağaç aynı toprağa dikilmiş, aynı su ile sulanmıştır ama, her birinin başında ayrı meyveler boy göstermiştir.
Kâinat Kitabı ve Kur’an-ı Kerim... Her ikisinde de yetmiş bin perde var. İnsanoğlu kalp, ruh ve akıl sahasında mesafe kat ettikçe farklı tecellilere mazhar olacak ve Rabbini tanıma vadisinde her an biraz daha yol alacaktır.
Bu perdelerin aşılması, öncelikle nefisteki engellerin kalkmasına bağlı.
Tembelliğimizi ne ölçüde yensek, gayret vadisinde o kadar ileri gideriz.
Cehlimizi ne kadar alt edersek, ilimde terakkimiz o nispette fazla olur.
Ve gafletten uzaklaştıkça huzura yaklaşırız.
Cenâbı Hakkın, yetmiş bin perde arkasında olması bize şu dersi de vermiş oluyor: İnsanoğlunun aczi, kusuru, cehli kısacası bütün noksan sıfatları da yetmiş bin perde.
ZULMET-NÛR PERDELERİ
"-Yâ Gavs!. Avâmı halkettim, nûruma dayanamadılar,araya zulmet perdesini koydum.Havâs’ı yarattım, nuruma dayanamadılar, nur perdelerini koydum."
Bu bölümde üzerinde durulması gerekli olan iki husus var ki, onları çok iyi anlamak gerekmektedir;
Zulmet perdeleri ve Nur perdeleri.
Önce "perde" kelimesindeki mânâyı çok iyi anlamalıyız. Tamamiyle beş duyuya tâbî, gördüğüne göre hüküm veren, düşünce fonksiyonu çok zayıf yapıların kabul edebileceği cinsten bir maddî perdeden sözedilmiyor burada elbette ki!..
Peki öyle ise "perde"den murad nedir?..
"Perde", perdeleme işlevini gören nesnedir. Yâni bir şeyin görülmesine engel olmak için konulan herhangi bir tür örtü!..
Madde olan bir şeyin örtüsü, perdesi de elbette ki maddîdir. Ancak o şey maddî değilse, perdesi de elbette ki maddî bir şey olmaz.
Öyle ise Allah`ın perdeleri nelerdir?
Öncelikle şunu çok iyi anlamalıyız. “Allah`ın perdeleri”, dendiği zaman bilinmelidir ki, bu perdeler Allah`ın üzerinde değil, bizim basîretimizde mevcuttur. Yani, bu perdeler âfâkî (dışta) değil, enfüsîdir!..
Bizim anlayışımızı, kavrayışımızı, idrâkımızı, tefekkür kâbiliyetimizi kısıtlayan şeylerdir, bu perdeler. Asla bunların ötesinde bir perde düşünülmemelidir.
İşte bu perdeler esas olarak ikiye ayrılır:
1-Zulmet perdeleri
2- Nur perdeleri
“Zulmet perdeleri”, ef`âl âlemi içinde yer alıp; basîretimizin Hak`kı görmesine engel olan her şeydir. Daha doğrusu, şeyi, şey olarak kabul etmemize yol açan beş duyumuzdur!..
Aslında suç, beş duyumuzda da değildir; çünkü onlar, varlıktan örnek ve ibret almamız için oluşturulmuş, kesitsel algılama araçlarıdır.
Biz, eğer beynimizi düşünce yolunda hakkıyla kullanıp, kesitsel algılama araçlarımızın verdikleri doneler üzerinde yeterince düşünebilsek; bir süre sonra, çok daha geniş bir şekilde gerçekleri görmeye başlayabiliriz.
Zulmet perdelerinin en başta geleni, beynimizin, düşünce sistemimizin göz aracına tâbi olması ve bizim böyle bir yaşam şeklini tercih etmemizdir. Hep, "görüyoruz" veya "görmüyoruz" gibi bir hükümle, konulara yaklaşmaktayız ki, bundan daha büyük bir yanlış mevcut değildir.
Önce, düşünce kâbiliyet ve kapasitemizi "göz blokajından" ve kaydından kurtarmak mecburiyetindeyiz.
Sonra da diğer organların verilerinin sınırlamalarından.işte bundan sonra beynimiz güçlü bir akılla, özgür bir biçimde kendisine ulaşan verileri değerlendirmeye başlayacak; böylece de, gördüklerinin ardındakileri, "basiretiyle" keskin bir şekilde gerçekçi olarak değerlendirecektir.
Meselâ, biz beş duyuya dayanarak her şeyin madde olduğunu savunabiliriz. Oysa tüm bilimsel veriler bize göstermektedir ki, gerçekte madde âlemi kabûlü tamamen beş duyudan kaynaklanmaktadır. Var olan, tümüyle mânâ âlemi de denen, mikrodalga evrendir!.. Atomaltı boyut, evrenin gerçek yapısıdır!..
İşte beş duyunun verdiği madde kabulünü bir yana bırakıp, boyutsal idrâklara yönelirsek; zulmet perdeleri yavaş yavaş basiretimizden kalkmaya başlar.
"Allah’ım, bana eşyanın hakikatını göster."
Şeklindeki Rasûlullah Aleyhisselâm’ın ettiği dua, hakikatta bize bir gerçeği vurgulamak gayesine mâtûftur.
“Eşyanın hakikatı”, görüp bildiğim her şeyin hakikatı demektir ki; bu da en dar görüşlü insanın bile anlayacağı şekilde, görülenin ardındaki gerçek, demektir!..
Nedir eşyanın ardındaki hakikat?.. Ki, biz ondan perdeliyiz..?
Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz!..
Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikatı görürüz ki, o da, Allah isimlerinin mânâlarıdır. Ki aynı zamanda işte bunlar da Nur perdeleridir!..
Eşya, yani ef`âl âleminde bulunan her şey, Allah`ın esmâ-ül hüsnası diye bildiğimiz, özetle doksandokuz isminin mânâlarının terkiplerinden ibarettir. O mânâlar, terkipler şeklinde algıladığımız veya algılayamadığımız şeyleri meydana getirir!.. Burayı iyi anlamak lâzımdır, çünkü çok önemli bir anahtardır bu husus. Ki ancak bu anahtar ile eşyanın hakikatı kavranabilir.
Allah`ın ZÂT`ının perdesi ise “esmâsı”dır!..
Akla gelen veya gelmeyen, insanın bildiği veya bilmediği her şey, esmâ terkiplerinden meydana gelmiştir!..
Esmâ (Allah`ın isimleri), her şeyin aslı ve özüdür ki aynı zaman da yüce Zât`ın da perdesidir!..
Nurdan perdeler diye işaret edilen de Allah`ın bu esmâsıdır!..
Pek çok velî, esmâ mertebesinde eşyanın hakikati olan isimlerin mânâları ile karşı karşıya kalınca mutlak hakikatı bulduklarını sanmış ve bununla yetinerek, Zât`ı ilâhî’yi Ehadiyyetiyle bilememişlerdir.
İsmâil Hakkı Bursevî merhum ki Gavs-ı zaman olarak bilinir Ruh-ül Beyân isimli çok değerli Kur`ân-ı Kerîm tefsirini yazan zâttır "Lüb-ül Lübb" şerhinde şu hadîs-i şerîfi nakleder:
"Cennetlik kimseler makamlarına kavuştuklarında, Hak Teâlâ AZÂMET ve KİBRİYÂsını gizleyen PERDEYİ aralar ve;“ Ben sizin yüceler yücesi Rabbınızım” buyurur.
Hak’kın bu tecellîsi onların garibine gider ve inkâr ederler...
Hâşâ ki sen bize Rab olasın, diyerek feryada başlarlar.
O anda tecellî üç defa değişir; her defasında onlar yine inkâr ederler.
Sonra Hak onlara;
-Rabbınıza dair aranızda bir işaret var mı?.. diye hitâb eder.
-Evet, var!.. cevabını hep bir ağızdan verirler.
Artık bundan sonradır ki, herkese, ZANNI, İTİKADI ve ANLAYIŞ KÂBİLİYETİ nisbetinde tecellî olur.
Bu tecellî sonunda;
- Sen yüceler yücesi Rabbımızsın!.. deyip kabul ederler."
Bu müşâhede için şu hadîs-i şerîf vardır:
"Siz rabbinizi mehtaba bakar gibi seyre dalacaksınız!.."
Hâl böyle olmasına rağmen, EHLİ İRFAN, HAK Teâlâ’yı İLK TECELLİDE tasdik ederler."
İsmâil Hakkı merhumdan naklimiz bu kadar.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfi bir kere daha çok dikkatli bir biçimde okursak görürüz ki, Allah`ın "AZİM" isminin işaret ettiği "Azâmet"i ve de "Kibriyâsı" Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın işaret buyurduğu üzere, "PERDE" olmaktadır!.. Yani, Esmâ perdesi. Yani, nur perdesi!..
Ki varlık, mevcûdât hep bu isimler ile varolmuştur ve onlar ile yaşamlarına devam ederler.isimlerin olmadığını düşünürsek, geride kalan yegâne şey "HİÇ" olur!..
Zâten "Ahadiyyeti" târif eden en uygun kelime de "HİÇLİK"tir.
“Avâm”, gördükleri kadar düşünen, bedenî zevk ve menfaatler peşinde koşan, önce kendisini düşünen insandır.
Böyle olunca da, bütün bu yaptıkları, meşgalesi kendisi için perde oluşturur. Ki bu perde de zulmet perdesidir!
Havâsa gelince...
“Havâs”, irfan sahibi olarak mârifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi Hak olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da Nur perdeleri ardında kalmışlardır!..
Her ikisinden öte, ender sayıda zevât da mevcuttur ki; onlar tüm perdelerden arınmış olarak, her an dâimi seyr hâlindedirler; zâtıyla, vasfıyla, özellikleri ve güzelleriyle TEK.
Ölüm Perdesi
Bölüm 1
Azrail Aleyhisselam
İnsanların eline terhis tezkeresini verip, vazifelerinin bittiğini, imtihanlarının sona erdiğini, artık mükafat-mücazat zamanının geldiğini haber veren, Azrail Aleyhisselamdır. Dört büyük melekten birisidir. Kur'an-ı Kerim'de, "canınızı alacak, Rabbinize döndürüleceksiniz", ifadeleriyle Azrail Aleyhisselama işaret edilmiştir. (Secde Suresi, 11) Bir başka ayette de birinin ölüm vakti geldiğinde elçilerinin yani görevli meleklerin can aldığı ve vazifelerinde kusur etmedikleri bildirilerek, her şeyin tasarrufunun Yaratıcının elinde olduğuna işaret edilmektedir. (En'am Suresi, 61)
Ölüm meleği tabiri Secde suresinde tekil olarak kullanılmışken, En'am suresinde çoğul olarak kullanılmıştır. Bu tabirlerden hareketle müfessirler tarafından, Azrail'in canları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğu, çok sayıda yardımcısı olan büyük melek olarak tefsir edilmiştir. (Ahmet Saim Kılavuz, "Azrail", TDVİA. IV. s. 351)
İnsanların canını almakla vazifeli meleğin tek olup olmadığı Risale-i Nur'da da işlenmektedir. Meleklerin insanlar gibi bir suretle inhisar altına alınmadığı, nurani olmaları hasebiyle müşahhas oldukları zamanda bile çokluk şeklinde olabildikleri, insani bir şekilde düşünülemeyeceğine işaret edilerek, "Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm, kabz-ı ervâha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır", denilmektedir. (Mektubat, s. 336) Bu ifadelerden sonra konuyla ilgili olarak üç görüşün sıralandığını görüyoruz.
Birinci görüşe göre; herkesin ruhunu Azrail Aleyhisselam almaktadır. Nurani olması hasebiyle güneşin bir anda bir çok aynada görülebildiği gibi, Azrail Aleyhisselam da bir anda bir çok yerde görülebilir ve buna bir engel yoktur. Yani bir anda çok kişinin ruhunu alabilir. Burada aynanın kabiliyetine göre meleğin timsali, görüntüsü de farklı olabilmektedir.
İkinci görüşe göre; diğer büyük melekler gibi Azrail Aleyhisselamın da kendi nevinden ve kendine benzer tarzda çok sayıda yardımcıları vardır ve kendisi bunların nazırıdır. Yardımcı melekler yaratılmışların çeşitlerine göre farklı farklıdırlar. Dolayısıyla salih amel sahibi olanların ruhunu teslim alanla kötülerin ruhlarını alanlar başkadırlar. Bu meyanda Kur'an-ı Kerim'de "Yemin olsun kafirin ruhunu ta derinliklerinden şiddetle söküp alanlara ve müminin ruhunu kolaylıkla alanlara." (Naziat, 1-2) ifadeleri yer almaktadır. Ölüm melekleri, kötülüklerden korunup ilahi emir ve yasaklar doğrultusunda yaşayan müminlerin ruhlarını alırken şefkat ve nezaket ile hareket ederek onlara selam verirler. Kötülük işleyip zulmedenlerin ruhlarını aldıkları zaman ise, yüzlerine ve arkalarına vurarak onlara karşı sert ifadeler kullanırlar.
Üçüncü görüş; "Bazı melaikeler var ki, kırk bin başı var; her başında kırk bin dili var. Demek, seksen bin gözü dahi var. Her bir dilde, kırk bin tesbihat var", hadisine dayanır. Melekler, göz önündeki alemde mevcut çeşitlere göre vazifeli olduklarına göre ruhlar aleminde onların tespihlerini temsil ediyorlar. Mesela, Küre-i Arz, içindekilerle beraber Cenab-ı Hakk'ı tespih ediyor. Canlı cansız sayısız mevcudatın olduğu, her taifenin, her türün çok sayıda fertleri (sadece sinek taifesinin çok çeşitleri) bulunduğundan, o oranda vazifeli melekler, Cenab-ı Hak tarafından halk edilmiştir. Kainat bir olmakla beraber sayısız tür ve canlıların başları, gözleri olduğu göz önüne alındığında yukarıda sözü edilen hadis daya iyi anlaşılmaktadır. Adeta kainatın binler başı ve bu binler başında bulunan gözlerin, dillerin mevcudiyeti daha iyi anlaşılır. Bunlardan ötürü de, Azrail Aleyhisselamın her ferde yönelik bir yüzü ve bakan gözü vardır. (Mektubat, s. 336-337)
Sıralanmış bulunan bu üç görüş ve bunların Azrail Aleyhisselam ile ilgili sayısal açıklamaları birbirini tamamlar mahiyette olup, birbirine zıtlık teşkil etmemektedir. Azrail Aleyhisselam ile ilgili çok ilginç hadiselerden birisi de Musa Aleyhisselam ile aralarında cereyan eden hadisedir. Yani hadisi şeriflerde anlatılan tokat atma olayıdır. Rivayetlere göre, ruhunu teslim almak üzere gelen ölüm meleğini karşısında gören Musa Aleyhisselam, "şimdi sırası mı, daha yapacak işlerim var," mealinde karşılık vererek ona tokat atar. Bu hareketiyle ölüm meleğini tahkir etmemiş, peygamberlik vazifesinin devamını arzu ettiği ve hizmetine set çekildiği için böyle bir karşılık vermiştir.
Risale-i Nur, tokat olayına açıklık getirmiştir. Yukarıda aktarılan görüşlerle birlikte Azrail Aleyhisselam ve yardımcıları ile ilgili açıklamalarla, bu konuya da temas edilmektedir. Musa Aleyhisselamın karşısına çıkan, güneşin aynadaki misali örneğinde olduğu gibi, Azrail Aleyhisselamın kendisi değil onun görüntüsüdür, suretinin misalidir. Böyle olunca, tokat Azrail Aleyhisselamın kendisine değil, nurani görüntüsüne yöneliktir. Bunun yanında, çok sayıda yardımcıları bulunduğundan, yine tokat kendisine değil yardımcılarından birisine yönelmiştir. Hakikatte Azrail Aleyhisselamın bizzat kendisine, hakiki şekline, asıl mahiyetine tokat atılmamıştır. (Mektubat, s. 335-337)
İnsanoğlu dünyaya ilk defa geldiği zaman belki de rahatının bozulduğuna binaen ağlayarak yeni hayatına başlar. Dünya hayatı bir çeşit ağlamayla ve şikayetle başlar. Oysa ki, ayrılırken de arkada bıraktıklarının ağlamalarıyla uğurlanır. Halbuki zahiri bir ayrılık görünmekle beraber gerçekte ayrılık yoktur. Yok olmaya mahkum alemden ebedi aleme, eski dost ve akrabalara kavuşmaya vesiledir. Hakiki vatana gitmeye vesile bir bilettir. Dünya zindanından cennet bostanlarına gidiştir. Vazifeyi bitirip Rahman ve Rahim olan Allah'ın huzuruna ücret almak için bir çıkıştır. Hayatın zorluklarından ve külfetinden kurtuluştur. Bu açıdan bakıldığında, hem ölümün hem de Azrail Aleyhisselamın vekaleten yaptığı işin ne kadar büyük bir rahmet olduğu çok iyi anlaşılmaktadır. Zahmetten rahata gidilmeye vesile olacak bir teskere biletini ve bileti getireni memnuniyetle karşılamak gerekir. Ölümü ağlayarak değil, gülerek karşılamak ve bu şekilde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna çıkmak en doğru olanıdır.
Cenab-ı Hak, hikmetine binaen bazı şeyleri kudretine perde yapmıştır. Bu perdelerden birisi de ölüm meleğinin olmasıdır. Azrail Aleyhisselam Cenab-ı Hakk'a demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler. Benden küsecekler."
Cenab-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona şu cevabı vermiş: "Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler." (Mesnevi-i Nuriye, s. 13) Ruhun alınması sırasında zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline uygun düşmeyen bazı hallere merci olmak için bu memuriyete nazır olan Azrail Aleyhisselam, hakikatte İlahi kudrete sadece bir perde hükmündedir. Bu sebepledir ki, nazarlar; hastalıklara, musibetlere, afetlere, kazalara yönelmekte ve Azrail Aleyhisselam bu arada unutulmaktadır. Netice itibariyle de insanların nazarında büyük meleğe karşı herhangi bir kırgınlık olmamaktadır.
Azrail Aleyhisselam, aslında çok ulvi bir vazifeyi yerine getirip İlahi rahmete vesile olduğu halde, herkes her şeyin hakiki güzelliğini göremediğinden, görünürde şer ve noksan olan kainattaki olaylardan, ölümlerden dolayı direk Allah'tan şikayetçi olmamaları, rahmetini itham etmemeleri için ölüm meleği perde yapıldığı gibi, kullarının da Azrail Aleyhisselam'a (aslında haksız olarak) küsmemeleri için hastalıklar perde yapılmıştır.
İmanın şartlarından bir tanesi meleklere imandır. Çünkü, insanın en çok üstüne titrediği ve korumaya çalıştığı serveti canıdır, ruhudur. Her zaman onu kaybetmenin korkusunu yaşar. İşte bu noktada meleklerin varlığı insana büyük bir huzur verir. Bu yolla Azrail Aleyhisselama teslim edilen ruh, ebedileştiği ve emin ellere gittiği gibi, insan bu ağır yükten de kurtulmuş olur. Ruha dayanan cesedin harap olmasının da ehemmiyeti yoktur. "Ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihî kaimdir. Ceset harap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar." (Barla Lahikası, s. 142)
Bölüm 2
Azrail Aleyhisselam dört büyük melekden birisidir. Hamele-i Arş olarak bilinen Arş-ı Âla’yı taşıyan dört meleğin arasında yer almaktadır. Melekler Allah’ın elçisidir, kendi başlarına iş yapmazlar, başlarına buyruk hareket etmezler, emir altında çalışırlar, Allah onlara hangi görevi vermişse onu yaparlar.
Kur’an, melekleri anlatırken, onların hiçbir şekilde Allah’a isyan etmediklerini, verilen emri anında yerine getirdiklerini bildirir.(1)
Hz. Azrail (as)’ı anlatırken de, “Sizin için görevlendirilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra da Rabbinize döndürülürsünüz.”(2) şeklinde tarif ederek Azrail’in görevini tanımlar. Bu ayet ışığında baktığımız zaman, Hz. Azrail (as) sadece kendine verilen görevi yapar. Allah adına çalışır, O’nun namına iş görür.
Ne kadar benzer, örnek ne kadar yerine oturur, belki tartışma götürür, ancak misal vermek gerekirse, güvenlik güçleri devlet adına hareket eder, devletin ve kanunların kendine verdiği yetkiye göre davranır. Polis bazı yerlere girmemize izin vermez, engellerse polisi suçlayabilir miyiz?
Toplumsal bir olayda bir anda suçlu suçsuz demeden herkesi toplar götürür. Daha sonra suçsuzları serbest bırakır, suçluları nezarete alır. Kendi adına iş yapmadığı, sadece aldığı emri yerine getirdiği için kimse karşı çıkmaz, herkes sonucu bekler.
Güvenlik güçlerine karşı gelemiyor, polisi suçlayamıyor, onu kötü göstermeye, gözden düşürmeye çalışamıyorsak; aynı şekilde, bütün melekler gibi Allah’tan aldığı görevi yerine getiren Hz. Azrail (as)’ı de kötü göstermeye, çirkin tanıtmaya, görevinden dolayı suçlamaya hiç mi, hiç hakkımız yoktur.
Azrail Aleyhisselam ölüm için sadece bir sebeptir. Öldürmek de diriltmek de doğrudan Cenab-ı Allah' ın fiilleridir. Bu gerçek, hadisde şöyle ifade edilmektedir:
Azrail (as.) Cenab-ı Hakk'a, "Ruhların kabzedilmesi vazifemden dolayı senin kulların benden şikayet edecekler, benden küsecekler." demiş, Cenab-ı Hak' da hikmetinin lisanı ile demiş ki: "Seninle kullarımın arasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım, tâ ki şikayetler onlara gidip, senden küsmesinler." (3)
Aynen bunun gibi Azrail Aleyhisselam kendiside bir perdedir. Ta ki, ölümün hakiki yüzünü göremeyen insanların haksız şikayetleri Cenab-ı Allah'a gitmesin. Çünkü ölümün hakiki güzel, rahmet yüzünü herkes göremez. Ölümü bir yokluk, hiçlik gibi düşünebilir. Bu nedenle Cenab-ı Allah ölümle, Azrail (as) arasına hastalıkları ve müsibetleri koyduğu gibi, insanların haksiz itirazları ve şikayetleri Cenab-ı Allah'a gitmesin diye de Azrail Aleyhisselamı ölüme bir perde etmiştir. Ancak ifade ettiğimiz gibi Azrail Aleyhisselam da, diğer müsibet ve hastalıklar da sadece bir sebep olarak kalmaktadır.(4)
Azrail Aleyhisselama bu vazifesinden dolayı kızmak ve hakaret etmek imani noktadan ciddi tehlikeler taşır ve mü'mine yakışmaz. İmanın bir tek rüknüne inanmamak insanı dinden uzaklaştırdığı gibi, Cenab-ı Allah' ın ölüme bir sebep olarak vazifelendirdiği Azrail Aleyhisselamı sevmemek, kızmak, hakaret etmek de insanı günahkar yapar. Aynen bunun gibi dünyanın sonu olan kıyametin kopmasında sura ilk üfleyecek olan Hz. İsrafil (as)’dır. Ancak bu sûra üfleme kıyametin kopmasının başlamasına sadece bir sebeptir. Şimdi, İsrafil Aleyhisselamın bu vazifesinden dolayı kıyameti neden kopardın deyip de onu suçlamak da ciddi bir hatadır. Çünkü netice de fiil yine Allah' ın fiilidir. İsrafil Aleyhisselam sadece bir sebep olarak kalmaktadır.
Azrail Aleyhisselam bizim en değerli varlığımız olan ruhumuzun muhafazasından sorumludur. Bizim için kıymetli olan eşyalarımızın muhafaza edilmesi nasıl önemli ise Azrail Aleyhisselam' ın vazifesi de ondan çok daha fazla önemlidir.
Şuâlar’da bu konuya açıklık getirirken Bediüzzaman der ki:
“Bir gün bir duada, ‘Yâ Rabbi! Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin (insanların) şerlerinden muhafaza eyle!’ mealindeki duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr (teselli veren) ve sevimli bir halet hissettim, ‘Elhamdülillâh’ dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım."
"Çünkü insanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim."
Yani hiç kimseye emanet edemeyeceğimiz, teslim etmeye yanaşmadığımız ve devamlı üzerinde titrediğimiz ruhumuzu bir melek olan Hz. Azrail (as) gibi Allah’ın çok emin ve güvenilir bir elçisinden başkasına teslim edemeyiz.
Ölüm vakti gelmediği, eceli sona ermediği için ölmeyenlerin “Azrail’i atlattı”, “Azrail’e çelme taktı” gibi sözlerin hiçbir anlamı ve kıymeti yoktur. Bu sözler çok yanlış ve gereksiz sözlerdir.
Azrail (as)’ın gelip de geri döndüğü, üstlendiği görevi yapmadan çekip gittiği hiçbir zaman vaki değildir ve olmamıştır.
Allah’a en yakın ve Allah’ın birer elçisi olan peygamberler de bile böyle bir istisna söz konusu değildir.
Peygamberimiz (as) son anlarını yaşıyordu. Bu esnada Hz. Cebrail (as), Azrail (as) ile birlikte geldi. Efendimiz (asv)'in halini hatırını sordu; sonra da:
“Ölüm meleği içeri girmek için izninizi ister” dedi.
Peygamberimiz (asv) müsaade edince Azrail (as) içeri girdi, Efendimiz (asv)'in önüne oturdu.
“Ey Allah’ın Resulü! Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım.”
Peygamberimiz (asv), Hz. Cebrail (as)’e baktı. O da:
“Ey Allah’ın Resulü, Melei Âlâ sizi beklemektedir.” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz (asv):
“Ya Azrail gel, görevini yerine getir.” dedi ve ruhunu teslim etti.(5)
Demek ki, Azrail (as) görevi aldığı anda, karşısındaki Allah’ın en çok sevdiği ve en mükemmel insan olan Peygamberimiz (asv) bile olsa geri dönmüyor. Oysa Yüce Allah, kararı Peygamberimiz (asv)'e bırakmıştı.
Peygamberler için böyle bir şey söz konusu değilse, başka birisi için olması mümkün mü?
Âyetin ifadesiyle, “Onların ecelleri geldiğinde, onu ne bir an geri bırakabilirler, ne de öne alabilirler.” (6)
Çünkü ölüm tesadüfe bağlı bir olay değil, kendiliğinden gerçekleşen bir mesele hiç değildir. Onun vaktini, zamanını doğrudan doğruya Allah belirler. Çünkü hayatı da O vermiştir, ölümü de O verecektir. O’nun bir ismi “Hayy”dir, hayatı verendir. Bir ismi de “Mümît”, ölümü yaratandır.
Bu zamana kadar hiçbir kimse ölümden yakasını kurtaramamış, ölümden kaçamamış ve ölümü yenememiştir; dünyada alacağı nefesi tükenince o büyük hakikate teslim olmuştur.
Ayrıca ölüm bir yokluk, bir hiçlik, bir kayboluş değil ki, ondan korkalım ve ürkelim… Her şeyden önce ölüm çok çirkin, çok kötü, çok korkunç ve dehşetli bir olay da değildir. Ölüm, bir geçiştir, fani hayattan sonsuz hayata bir geçiş... Sonsuz yaşamak isteyen herkesin aralaması gereken bir tül perdedir. Yaratılışı gereği sonsuzluğu, ebediyeti ve ölümsüzlüğü isteyen her insanın içinde var olan bir olgudur.
Ama ölüm ne zaman, nerede, kaç yaşında?.. Bu konuda hiç kimsenin bilgisi yok. Böyle bir bilgi kimseye verilmemiş. Hâdise, ölümü yaratan tarafından gizli tutulmuştur.
Çünkü ölüm, her yaşta, her başta, her an ve her zaman yüz yüze gelebileceğimiz bir gerçektir. Hatta hayattan daha açık ve büyük bir gerçektir.
Cahit Sıtkı’nın dediği gibi,
“Kim bilir, nerede, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, / “Taht misâli o mûsâlla taşında.”
Necip Fazıl da der ki:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber... / “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
Ölüm bir yok oluş, bir hiçlik, bir kayboluş, bir bitiş ve tükeniş değil. Bir daha dönmemek üzere ayrılık, hiçbir şekilde buluşmamak ve görüşmemek üzere bir gidiş ve çıkış hiç değildir. Ölüm ötesine inanan bir insan için ölüm, yeni ve taze, bâki ve ebedi bir âleme varıştır.
“O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner, / Azrail’e ‘Hoş geldin’ diyebilmekte hüner.”
Allah İle Kul Arasındaki Gerçek Engeller
Nefis
Hak yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir. Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır “hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?” (Casiye/23) ayeti, nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir. İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır. Bütün ömrünü nefsi ıslah etmek için harcayan Allah dostlarını Allah yolunda perde görmek veya göstermek de, bu azgın nefsin bir vesvesesi, şeytanın hilesidir. Çünkü mürşid, kötülüğü emreden nefis ve şeytanın düşmanıdır.
Nefsin en kötü huyu benliktir. İnsanı şirke düşüren nefsidir. Şirki nefse güzel gösteren şeytandır. Şirk, yaratılmış varlıkları Yüce Allah’a ortak görmektir. Şirk Allah için yapılacak bir ibadeti başkası için yapmaktır. Şirk, Allah’a ait yetki ve sıfatları kullara vermektir, Şirk, tevbe edilmezse affedilmeyen bir günahtır.
Riya, Allah için yapılacak bir ibadeti veya işi insanlar görsün, sevsin ve övsün diye yapmaktır. Allah Rasulü A.S., bu ümmetin güneşe, aya, puta, taşa, insana tapmayacağını, fakat Allah rızasını unutup, insanlar için amel ederek dinlerini mahvedeceklerini bildirmiştir. (Hakim, İbnu Mace)
İnsan ile Rabbi’nin arasındaki en büyük perdelerden birisi de kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse, ondan temizlenmeden cennete giremeyecektir.
Bir diğer perde hasettir. Haset, insanda hayır bırakmayan bir hastalıktır. Ateşin kuru odunları yakıp kül ettiği gibi, haset de insanın yaptığı hayırlı amelleri yakmaktadır. Dünya sevgisi, gaflet, yalan, ibadetine güvenme, tevbeyi terk, Allah’ın takdirine karşı gelme gibi nefsin öyle hastalıkları vardır ki, her birisi hak yolunda ayrı bir yol kesicidir, perdedir, tehlikedir. Kesin tevbe edilmeyen bütün günahlar, Allah ile aramıza girmiş düşmanlardır.
Allah ile insanlar arasına girip hak yolu tıkayanlardan birisi de dini dünyaya alet eden, menfaati için ayet ve hadislerin kesin hükümlerini değiştiren din adamlarıdır. Din adına korkulacak en tehlikeli insanlar bunlardır, insanın Allah’a giden yolunu kesen de onlardır. Ehli olmadığı halde şeyh gözüken sahtekârlar da bu gruba girerler.
Allah ile kulların arasını açanların birisi de kötü arkadaştır. İnsan suretinde gözüken öyle şeytanlar vardır ki, insanı dinden imandan ederler. Hadiste belirtildiği gibi, her insan sevdiklerinin gidişatı üzere hareket eder. Öyleyse herkes kimleri sevdiğine iyi bakmalıdır.
Dr. Dilaver Selvi
Allah ile kul arasındaki perde devamı..
Kabr-i şerifi Bilecik’te bulunan Hak dostlarından Şeyh Muhlis Dede ”rahmetullahi aleyh“, bir günkü sohbetinde;
- Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde nedir, biliyor musunuz? diye sordu.
- Bilmiyoruz efendim, nedir? dediler.
- Kendi nefsini düşünmesi ve kendi gibi aciz olan bir kula güvenmesidir, buyurdu.
Ve ekledi:
- İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı düşünmelidir.
Şöyle devam etti:
- Aileye ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalı, onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüz çevirecek kadar olmamalıdır.
İki şeyi unutun!
Bir gün sevdiklerine buyurdu ki:
- Kardeşlerim, iki şeyi unutun. İki şeyi ise hiç unutmayın!
Sordular:
- Onlar nedir hocam?
Buyurdu ki:
- Unutacağınız iki şey, yaptığınız iyiliklerle, başkasının size yaptığı kötülüklerdir.
- Ya unutmayacaklarımız?
- Onlardan biri Ölüm, diğeri Allahü teâlâdır.
Kalbin gıdası nedir?
Biri sordu bu zata:
- Kalbin gıdası nedir hocam?
- İlimdir. Ama her bilgi bir vebaldir insana.
Soran kişi şaşırdı.
- Her bilgi vebal midir?
- Evet. Ama bu vebalden kurtulmak mümkün. Bildiğiyle amel eden, kurtulur vebalden. Ama o da yetmez.
- Yetmez mi hocam, neden?
- Çünkü amel de ihlasla yapılması lazım.
- İhlasla yapılmazsa?
- Hiçbir faydası olmaz. “Eski paçavra” gibi sahibinin suratına çarpılır.
Sadece Allah'ın Bildiği Beş Şey
Soru
'Yağmuru O yağdırır ve ana rahmindekini O bilir' ayet-i kerime meallerinin tefsirini sormak istiyorum. Amenna ve saddekna inandık iman ettik ama kalbimin ve aklımın da tatmin olması için yardımcı olabilirseniz çok sevinirim.
Cevap Cevap
Bu suale Üstad Bediüzzaman hazretleri cevap vermiştir. Şöyle ki,
"Yalnız suâlinizin temas ettiği bir iki noktaya gāyet mücmel işaret edeceğiz. Bu suâlinizin meâli gösteriyor ki: Ehl-i ilhâd tarafından tenkîd sûretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmesi vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine i‘tirâz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu, Allah’dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-i mâderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek, mugayyebât-ı hamseye ıttılâ‘ kābildir.
Elcevab:Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaideye merbût olmadığı için, doğrudan doğruya meşîet-i hâssa-i İlâhiye ile bağlı ve hazîne-i rahmette hususî irâdeye tâbi‘ olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinâtta en mühim hakîkat ve en kıymetdar mâhiyet; vücûd ve hayat ve nûr ve rahmettir. Bu dört şey perdesiz, vâsıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiyeye ve meşîet-i hâssa-i İlâhiyeye bakar. Sâir masnûâtta zâhirî esbâb, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Vemuttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irâde ve meşîete hicab oluyorlar. Fakat vücûd ve hayat ve nûr ve rahmette, o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti, o dördünde cereyân etmiyor. Madem vücûdda en mühim hakîkat, hayat ve rahmettir; yağmur, hayata menşe’ ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak. Kaide veyeknesaklık dahi, meşîet-i hâssa-i İlâhiyeyi setr etmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, her şeyde şükür ve ubûdiyete ve suâl ve duâya mecbûr olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenilecek, şükür ve recâ kapısı kapanacaktı. Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu ma‘lûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi‘ olduğundan, güneşin çıkması için duâ edilmiyor ve çıktığına dâir şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gāibden sayılmıyor. Fakat
yağmurun cüz’iyâtı bir kaideye tâbi‘ olmadığı için, her vakit insanlar recâ ve duâ ile dergâh-ı İlâhîye ilticâya mecbûr oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü ta‘yîn edemediği için, sırf hazîne-i rahmetten bir ni‘met-i hâssa telakkî edip, hakîkî şükürediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzûlünü, mugayyebât-ı hamseye idhâl ediyor. Rasadhânelerdeki âletle, yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini ta‘yîn etmek, gaybı bilmek değildir. Belki gaybdan çıkıp âlem-i şehâdete takarrübü vaktinde, bazı mukaddemâtına ıttılâ‘ sûretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukūa geldikte veyahud vukūa yakın olduktan sonra hiss-i kablelvukūun bir nev‘i ile bilinir. O, gaybı bilmek değildir; belki o, mevcûdu veya mukarrebü’l-vücûdu bilmektir. Hatta ben kendi a‘sâbımda bir hassâsiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı ve mebâdîleri var. O mebâdîler, rutûbet nev‘inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hâl, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin, gaybdan çıkıp daha şehâdete girmeyen umûra vusûlüne bir vesîle oluyor. Fakat daha âlem-i şehâdete ayak basmayan ve meşîet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek ilmi, Allâmü’l-Guyûb’a mahsûstur.
Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuâıyla rahm-i mâderdeki çocuğun erkek ve dişi olduğunu bilmek, وَ يَعْلَمُ
مَا فِي الْأَرْحَامِ âyetinin meâl-i gaybîsine münâfî olamaz. Çünki âyet, yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki
o çocuğun acîb isti‘dâd-ı husûsîsi ve istikbâlde kesbedeceği vaz‘iyetine medâr olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdîleri, hatta sîmâsındaki gāyet acîb olan sikke-i samediyeti muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyûb’a mahsûstur. Yüz bin röntgen-misâl fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan, yalnız hakîkî sîmâ-yı vechîsini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sîmâ-yı vechî sikkesinden yüz def‘a daha hârika olan, isti‘dâdındaki sîmâ-yı ma‘nevîyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Hayat ve rahmet, bu kâinâtta en mühim hakîkatlerdir ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi‘ hakîkat-i hayatiyenin, bütün incelikleriyle ve dekāikiyle, irâde-i hâssaya ve rahmet-i hâssaya ve meşîet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihâzâtıyla ve bütün cihâtıyla şükür ve ubûdiyet ve tesbîhin menşe’ ve medârı olduğundandır ki, irâde-i hâssaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik; ve rahmet-i hâssaya perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamıştır.
Cenâb-ı Hakk’ın, rahm-i mâderdeki çocukların sîmâyı maddî ve ma‘nevîlerinde iki cilvesi var: Birisi: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki, o çocuk a‘zâ-yı esâsiyede ve cihâzât-ı insaniyenin envâında sâir insanlarla muvâfık ve mutâbık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehâdet ediyor. O cenin, bu lisânıyla bağırıyor ki: “Bana bu sîmâ ve a‘zâyı veren kim ise, bütün esâsât-ı a‘zâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi odur. Ve hem bütün zîhayatın sânii odur.” İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisânı, gaybî değildir. Kaideye ve ıttırâda ve nev‘iyete tâbi‘ olduğu için ma‘lûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehâdetten âlem-i gayba girmiş bir daldır, bir dildir. İkinci cihet: Sîmâ-yı isti‘dâdî-i husûsîsi ve o sîmâ-yı vechî-i şahsîsi lisânıyla, Sâniinin ihtiyârını ve irâdesini ve meşîetini ve rahmet-i hâssasını ve hiçbir kayıd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisân, gaybü’l-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kablelvücûd bunu göremiyor ve ihâta edemiyor. Rahm-i mâderde iken, bu sîmânın binde bir cihâzâtı görünmekle, bilinmiyor. Elhâsıl: Ceninin sîmâ-yı isti‘dâdîsinde ve sîmâ-yı vechîsinde hem delîl-i vahdâniyet var, hem ihtiyâr ve irâde-i İlâhiyenin hucceti vardır. Eğer Cenâb-ı Hak muvaffak etse, mugayyebât-ı hamseye dâir bazı nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla hâlim ve vaktim müsâade etmedi, hâtime veriyorum.
اَلْبَاق۪ي هُوَ اَلْبَاق۪ي Saîdü’n-Nûrsî" (16. Lema)
Perdelerin Hikmetleri
12416. İmam Zeyn'ul-Abidin (a.s), hakeza bir münacaatında şöyle buyurmuştur: "Seni görmek, gözlerimin aydınlığıdır ve sana kavuşmak, ruhumun arzu-sudur. Sana iştiyak duyuyorum ve muhabbetine aşığım. Başımda senin aşkın var ve senin hoşnutluğunu diliyorum ve ihtiyacım seni görmektir."
12417. İmam Zeyn'ul-Abidin (a.s), hakeza bir münacaatında şöyle buyurmuştur: "Allah'ım! Bizleri sana yakınlaşmak ve dostun olması için seçtiğin dostlu-ğun ve muhabbetin için halis kıldığın, ruhuna seni görmenin şevkini kat-tığın, kendisini hükmünden hoşnut kıldığın, sana bakmakla nasiplendirdi-ğin kimselerden kıl. Bana seni görme nimetini bağışta bulun."
12418. İmam Zeyn'ul-Abidin (a.s), hakeza bir münacaatında şöyle buyurmuştur: "İçimdeki yangını seni görmekten başka bir şey söndüremez. Sana olan iştiyak derdimi seni görmekten başka hiçbir şey dindiremez."
12419. İmam Zeyn'ul-Abidin (a.s), hakeza bir münacaatında şöyle buyurmuştur: "Allah'ım! Bizleri göğüs bağlarında şevk ağaçları yetiştiren, kalplerinin de-rinliğini muhabbetinin kapladığı ve bu yüzden fikirler (zikirler) yuvasına sığınan, yakınlık ve mükaşefe (keşif) bostanlarında beslenen kimselerden karar kıl. Onların gözlerinden perdeler kenara çekilmiştir. Göğüsleri ma-rifet hakikatiyle genişlemiştir. Gözleri sevgililerini görmekle aydınlanmış-tır."
2638. Bölüm
Örtülü Kalmanın Hikmeti
12420. İmam Rıza (a.s), Allah'ın neden perdeler arkasında gizli olduğunu soran bir zındıka şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kullarına perdeli kalması, kullarının gü-nahlarının çokluğu sebebiyledir."
12421. İmam Seccad (a.s), bir duasında şöyle buyurmuştur: "Sen kendini yaratıkla-rından örtmedin. Onların kendi çirkin işleri, seninle onlar arasında perde oldu."
12422. İmam Sadık (a.s), kendisine, "Allah neden kendisini insanlardan sakladı ve buna rağmen insanlara Peygamberlerini gönderdi?" diye soran İbn-i Ebi'l-Evca'ya şöyle buyurmuştur: "Eyvahlar olsun sana! Kudretini varlığında gösteren kimse, kendisini senden nasıl gizleyebilir? Yok olan seni yaratmış, küçük olduğun halde seni büyütmüş, zayıf olduğun halde seni güçlü kılmıştır..." İbn-i Ebi'l-Evca şöyle diyor: "İmam Sadık (a.s) sürekli olarak vücudum-daki inkar edemediğim Allah'ın kudret göstergelerini benim için saydı ta ki çok geçmeden benimle onun arasında Allah'ın zahir olacağını san-dım."
12423. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Duyu organları onu kapsayamaz ve perdeler onu örtemez. O yaratıklarından örtülüdür, zira onlar için müm-kün olan şey kendisi için mümkün değildir. Allah için mümkün olmayan şey, yaratıklarının zatı için mümkündür. Hakeza yapıcı ile yapılan, rab ile terbiye edilen, sınırlandırıcı ile sınırlandırılan şey arasındaki farklılıklar ve ayrılıklar sebebiyledir."
12424. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir perdesi olmaksızın perdeli-dir ve hiçbir örtüsü olmadığı halde örtülüdür."
12425. İmam Ali (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Şeyleri birbirinden örtü-lü kılmıştır ki bu yolla kendisiyle yaratıkları arasında hiçbir perdenin ol-madığı yaratıklarına bildirsin"
12426. İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: "O ve yaratıkları arasında kendileri (yaratıkları) dışında hiçbir örtü yoktur. O hiçbir perde olmaksızın perdeli ve hiçbir örtü olmaksızın örtülüdür."
Abk. el-Kalb, 3399. Bölüm
2639. Bölüm
Nur Perdeleri
12427. İmam Seccad (a.s), Allah-u Teala'nın, "Sonra yakınlaştı, asıldı, sonra iki yay kadar yakınlaştı ve daha yakın oldu" ayeti hakkında şöyle buyur-muştur: "Allah Resulü (s.a.a) nur perdelerine yakınlaştı. Göklerin meleku-tunu gördü. Sonra asıldı ve ayağının altından, yerin melekutuna baktı, sonra yere olan yakınlığının iki yay ucu kadar, hatta daha az olduğunu sandı."
12428. İmam Rıza (a.s), Allah-u Teala'nın, "O büyük olay ortaya çıktığında ve secdeye çağırıldıklarında" ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Nurdan bir perde kenara çekilir ve müminler secdeye kapanırlar."
12429. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın perdesi nurdur."
12430. İmam Ali (a.s), Şabaniyye münacaatında şöyle buyurmuştur: "Allah'ım! Senden başka herşeyden kamil kopma ve tümüyle sana yönelme nimetini bana bağışta bulun. Kalplerimizin gözlerini sana bakış nuruyla aydınlat ki kalp gözleri nurdan perdeleri yırtıp atsın, azamet madenine ulaşsın ve canlarımız kudsünün izzetine asılsın."
Bak. El-Bihar, 58/39, 5. Bölüm
2640. Bölüm
Allah Ezeli ve Ebedidir
12431. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "İlk oluşuna bir başlangıç, ezeli olu-şuna bir son yoktur. O her zaman olan ilk, sonu olmayan bakidir... O'na, "Ne zaman vardı?" veya "Ne zamana kadar olacak?" gibi ifadeler kullanı-lamaz... Her şeyin hedefini, müddetini, zamanını ve sayısını kuşatır."
12432. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hamd evvel olan ve kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan, ahir olan ve kendisinden sonra hiçbir şey bulunmayan Allah'a mahsustur."
12433. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah, nihayetine erişilecek bir sonu olmayan evveldir ve sonuna erişilemeyecek olan ahirdir."
12434. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hamd o Allah'a mahsustur ki, ahir olmadan önce evvel olacak bir şekilde, sıfatlardan biri, diğer sıfatından öne geçmez."
12435. Bir duada şöyle buyurulmuştur: "Senin evvel oluşun ahir oluşun gibidir ve ahir oluşun evvel oluşun gibidir."
12436. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hamd, her ilkten önce, her ahirden sonra var olan Allah'a mahsustur. İlk oluşu O'ndan önce bir varlığın bu-lunmamasını; ahir oluşu, O'ndan sonra bir varlığın olmamasını gerekti-rir."
12437. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "İlki olmaksızın her şeyden evveldir; nihayeti olmaksızın her şeyden sonradır."
12438. İmam Ali (a.s), kendisine, "Aziz ve celil olan Rabbimiz, ne zaman var ol-muştur?" diye soran bir Yahudi'ye şöyle buyurmuştur: "Ey Yahudi! Rabbimiz önce yok olacak ve sonradan vücuda gelecek bir şekilde olmamıştır. Do-layısıyla, "ne zamandan olmuştur? "
sorusu, önceden olmayan ve sonra-dan olan varlıklar hakkında sorulabilir. Allah sonradan yaratılmaksızın var olmuştur, sürekli var olmuştur, Allah'ın bir öncesi ve başladığı bir noktası yoktur. Önceden önce ve nihayi noktadan (ezel yönünden) öncedir. Son nokta onunla biter ve o her sonun sonudur."
12439. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın yaratıkları yaratmaya baş-laması, kendisinin bir başlangıcı olmadığının delilidir. Zira (başkaları vesi-lesiyle) başlayan hiçbir şey, başkasının başlatıcısı olamaz."
12440. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah hiçbir vakit ve zamanla önüne geçilmiş (kendisinden önce var olunmuş) değildir."
12441. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Zamanlar, onunla birlikte değildir, yardım araçları ona yardım etmemiştir, olması zamanlardan, varlığı yok-luktan ve ezeli oluşu başlangıcı olmasından öncedir. Araçlar ve gerçler, "Ne zaman" kelimesiyle, başlangıcı olmayan mülkünden ve önceliğinden dışarı çıkmış ve "idi" (ki yakın geçmişi ifade etmektedir) kelimesiyle ezeli olmaktan mahrum kalmışlardır."
12442. İmam Sadık (a.s), Allah-u Teala'nın, "O evvel ve ahirdir" ayetindeki "ahir" kelimesinin anlamı sorulunca şöyle buyurmuştur: "Herşey yok olur veya değişir veya değişiklik ve zevale uğrar. Bir renkten başka bir renge, bir şe-kilden başka bir şekile, bir sıfattan başka bir sıfata bürünür, çokluktan az-lığa ve azlıktan çokluğa yönelirler. Sadece alemlerin Rabbi olan Allah sü-rekli bir halet üzeredir ve öyle olacaktır. Varlıkların evvelidir; herşeyden önce var olmuştur, ezelde olduğu gibi de ahirdir."
bak. el-Bihar, 3/283, 12. Bölüm
2641. Bölüm
Allah Var İdi ve Onunla Birlikte Hiçbir Şey Yoktu
12443. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Tebarek ve Tela var idi ve onunla birlikte hiçbir şey yoktu. Karanlıktan arınmış bir nurdu. Doğru sözlüydü ve onda hiçbir yalan yoktu. Bilgiliydi, onunla birlikte bir cehalet yoktu, diri idi onunla birlikte ölüm yoktu. Şu anda da aynen böyledir ve her zaman da böyle olacaktır."
12444. Resulullah (s.a.a), Ali'ye (a.s) öğrettiği bir duasında şöyle buyurmuştur: "(Ey Allah'ım! ) Senden başka bir ilah yoktur, sen henüz gökler bina edilmeden ve yeryüzü serilmeden, ışıldıyan bir güneş olmadan, karanlık bir gece olmadan, aydınlık bir gün olmadan, derin bir deniz olmadan, yüksek bir dağ olmadan ve akan bir nehir ve parlak bir yıldız olmadan önce var idin... Herkesten önce sen var idin ve herşeyi sen var ettin. Herşeye karşı kudretin yeter ve her şeyi sen vücuda getirdin."
12445. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kıdem ve önceliksiz sıfatı, akıl sa-hiplerini ondan önce hiçbir şeyin olmadığı ve sürekli oluşunda hiçbir or-tağı ve yardımcısı bulunmadığı gerçeğine kılavuzluk etmektedir. Dolayı-sıyla bütün herkesin itirafı ve bu aciz kılıcı sıfat, Allah'tan önce hiçbir şeyin olmadığı ve onunla aynı zamanda bulunmadığı gerçeğini açıklığa ka-vuşturmaktadır. Allah'tan önce veya Allah ile birlikte başka bir varlığın da olduğunu söyleyen söz doğru değildir. Zira eğer O'nunla birlikte bir şey olursa, bu taktirde Allah'ın onun yaratıcısı olması doğru değildir."
12446. İmam Bakır (a.s), "Acaba Allah vardı da onunla beraber başka bir şey yok muydu? " diye soran Zürare'ye şöyle buyurmuştur: "Evet, o var idi ve onunla birlikte başka hiçbir şey yok idi." Ben (Zürare), şöyle arzettim: "O halde neredeydi?" Zürare şöyle diyor: "Burada İmam bir yere dayanmışken oturdu ve şöyle buyurdu: "İmkansız bir söz söyledin. Mekanı olmayan Allah hakkında yer ve mekanı sordun."
2642. Bölüm
Allah Diridir
Kur'an:
"Allah, O'ndan başka ilah olmayan, diri, her an yaratıklarını göze-tip durandır."
"Ölümsüz, diri olan Alla'a güven, O'nu överek tespih et. Kulla-rının günahlarından haberdar olarak kendisi yeter."
"O diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız O'na has kıla-rak O'na yalvarın. Övgü, âlemlerin Rabbi Allah içindir."
12447. İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz kendisinden başka ilah olmayan Allah bir niteliği veya bir mekanda oluşu söz konusu olmaksızın diriydi."
12448. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah cehaletten uzak bir bilendir, kendisinde ölümü olmaksızın diridir, kendisinde zulmet ve karanlık ol-maksızın nurdur."
12449. Yunus b. Abdurrahman şöyle diyor: "Ebu'l-Hasan Rıza'ya (a.s) şöyle ar-zettim: "Bizler için şöyle rivayet edilmiştir: "Allah en küçük bir cehaleti olmaksızın bilendir, ölümü olmaksızın diri olandır ve karanlığı bulun-maksızın nurdur." İmam: "Evet, Allah öyledir" diye buyurdu.
12450. İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah hayata sonra gelmeksizin diridir... Allah bizzat diridir."
bak. Tefsir'ul Mizan, 2/328
2643. Bölüm
Allah Bilendir
Kur'an:
"Göklerde olanları da, yerde olanları da Allah'ın bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur; beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan az veya çok, ne olursa olsunlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka onlarla berâberdir. Sonra, kıyamet günü, işlediklerini onlara haber verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir."
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Ka-rada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ki -apaçık Kitab'tadır- ancak O bilir."
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. O'nun katında her şey bir ölçüye göredir."
bak. Yunus, 61; Sebe, 2; Fussilet, 47
12451. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yağmur tanelerinin, göğün yıl-dızlarının, yelin savurduğu tozların sayısı, düz ve beyaz taşın üzerinde yürüyen karıncanın hareketi ve karanlık gecelerde küçük karıncaların yuvası bile O'ndan gizli kalmaz."
12452. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Münezzeh olan Allah'a yerin çukur-larında ve birbirine yakın irili ufaklı dağlarda, siyah ve dingin gecelerin zi-firi karanlığı, göğün ufuklarında gürleyen gök gürültüsü, bulutlardan par-layıp çıkan şimşekler, şiddetli yelden ve yağmurdan yere düşüp uçuşan her yaprak O'na gizli değildir. O, yağan yağmur damlalarının nereye dü-şeceklerini, nerede karar kılacaklarını; karıncanın taneyi nereden nereye götüreceğini; sivrisineğe yetecek gıdayı, dişinin karnında taşıdığını bi-lir."
12453. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah, çöllerdeki vahşi hayvanların seslerini, kulların yapayalnız kuytu yerlerde yasaklanmış şeyleri nasıl işle-diklerini, derin denizlerdeki balıkların çeşitlerini, kasırgalarla dalgaların çarpışmalarını bilir."
bak. 2642. Bölüm, 12449. Hadis; el-Bihar, 4/74, 2. Bölüm; Tefsir'ul Mizan, 15/252
2644. Bölüm
Allah Sırları ve En Gizli Şeyleri Bilendir
Kur'an:
"And olsun ki insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıkları-nı biliriz; biz ona şah damarından daha yakınız."
"Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz O sırrı da gizliyi de de bi-lir."
12454. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kullarının kıpırtısız bakışları, dille-riyle kelimeleri tekrarlayışları, bir tepeye yaklaşmaları, karanlık ve mehtaplı gecede adım atışları O'na asla gizli değildir."
12455. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O gizleyenlerin içindeki sırları, fısıl-daşarak konuşulanları, hayalden geçen kuşkuları ve kesin inançları bilir."
12456. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "İlmi; her türlü gaybi gizlilikleri ve gizli inançları kuşatmıştır."
12457. İmam Sadık (a.s), kendisine Allah-u Teala'nın, "Şüphesiz Allah sırrı da gizliyi de bilir" ayeti hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Sır, nefsinde gizlediğin şeydir ve gizli ise zihninden geçen ve sonra unuttuğun şeydir."
12458. İmam Sadık (a.s), kendisine Allah-u Teala'nın, "Gözlerin gizli bakışla-rını da bilir" ayeti hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Görmüyor musun, insan bazen bir şeye bakar, adeta o şeye bakmıyor gibi durur, işte bu gizli bakışlardır."
bak. En-Nezer, 3886. Bölüm
2645. Bölüm
Allah'tan Başka Her Alim İlmini Başkasından Almıştır
12459. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka her alim, ilmini baş-kasından almıştır."
12460. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Her alim, bir cehaletten sonra ilim elde etmiştir, ama Allah ne cahildir ve ne de ilmini birinden öğrenmiş-tir."
12461. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah ilmini birinden elde etmeksi-zin veya artırmaksızın, ya da birinden öğrenmeksizin alimdir... Allah'ın idraki görmekle değildir ve ilmi başkası tarafından bildirilmekle değildir."
2646. Bölüm
Allah'ın İlmi Ezelidir
12462. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bilinen yokken bilen, terbiye edilen yokken Rab; gücün uygulandığı yokken kadir olandır."
12463. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah eşyaların meydana gelişini vaktine havale etti... Onları meydana getirmeden önce biliyordu."
12464. İmam Sadık (a.s), Allah'ın mekan hakkındaki ilminin onu icad etmeden önce mi, icad ile birlikte mi yoksa daha sonra mı olduğu hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Allah yücedir! Allah'ın, henüz yaratmadığı haldeki mekan hakkındaki ilmi, mekanı yaratmadan önceki ilmiyle aynıdır. Allah'ın bütün eşya hakkındaki ilmi de mekan hakkındaki ilmi gibidir."
12465. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İlim, hiçbir malum (bilinen) ol-maksızın Allah'ın zatıydı. Eşyayı yaratınca da ilmi, malum (bilinen) hak-kında gerçekleşmiş oldu."
2647. Bölüm
Allah'ın Geçmiş Şeyler Hakkındaki İlmi, Gelecek Şeyler Hakkındaki İlmi Gibidir
12466. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah yarattığı şeyi her zaman bili-yordu. Dolayısıyla Allah'ın yaratmadan önce eşya hakkındaki ilmi, yarat-tıktan sonra onlar hakkındaki ilmi gibidir."
12467. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Ölüp gidenleri bilmesi, yaşayıp ka-lanları bilmesi gibidir; yüce göklerde olanları bilmesi, aşağı yerlerdekini bilmesi gibidir."
12468. İmam Sadık (a.s), kendisine, "Allah gökleri ve yeri yaratmadan önce de, olmuş ve olacaklar hakkında bir ilim sahibi miydi? " diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "Evet, gökleri ve yeri yaratmadan önce (herşeyi biliyordu.)"
12469. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah eşyaları yaratmadan önce, on-lar hakkında ilim sahibiydi. O halde onları vücuda getirdiğinde ilminde bir artış olmamıştır. Allah'ın varetmeden önce eşya hakkında ilmi, onları varettikten sonraki ilmi gibidir."
12470. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Her gayip senin nezdinde şuhuttur (açıktır.)"
bak. 12460. Hadis
2648.Bölüm Allah'ın İlmi Nitelendirilemez
12471. İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ilmi, "Neredendir?" diye nitelendirilemez. Allah'ın ilmi "Nasıl?" diye nitelendirilemez. Ne ilim Al-lah'tan ayrılır, ne de Allah ilimden ayrılır. Allah ve ilim arasında hiçbir sı-nır yoktur."
12472. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala ilimle nitelendirilmiştir; ama kendisiyle eşyayı bileceği ve gelecek işleri hususunda kendisinden yardım alacağı, sonradan kazanılmış bir ilimle değil. (Allah'ın ilmi ezelidir ve zatıyla aynıdır)"
12473. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın eşya hakkındaki ilmi sadece kendisiyle ilim hasıl olan araçlar vasıtasıyla değildir. Allah ile malum (bili-nen) arasında kendisiyle malum sahibi olacağı başka bir ilim yoktur."
2649. Bölüm
Allah Adildir
Kur'an:
"Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik ol-sa onu kat kat artırır ve katından büyük ecir verir."
"Allah, O'ndan başka ilah olmadığına ve adaleti gözettiğine şahit-lik etmiştir. Melekler ve ilim sahipleri de (buna şahitlik etmiştir . ) O'ndan başka ilah yoktur; güçlüdür, hikmet sahibidir."
12474. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Şehadet ederim ki Allah adildir, ada-letle davranır ve Allah hakimdir, hak ve batılı birbirinden ayırır."
12475. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Vaadinde sadık olan, kullarından zulmü kaldıran, yarattıkları arasında adaleti ikame eden ve hükmünde herkese adil davranandır."
12476. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hilmi çok olduğundan affeden, bü-tün hükümlerinde adil olandır."
12477. İmam Zeyn'ul-Abidin (a.s), bir duasında şöyle buyurmuştur: "Bütün yaratıklar, senin verdiğin her cezanın zülum olmadığını itiraf eder ve bağışla-dığın herkesi lütfün ve kereminle bağışladığına tanıklık eder."
12478. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Nimet içinde hoşnut olarak yaşayanların mutluluk nimetleri, ancak işledikleri günahlar yüzünden yok olur gi-der. Çünkü "Allah, kullarına zulmedici değildir."
12479. Uzeyr Peygamber (a.s) şöyel buyurmuştur: "Ey Rabbim! Ben senin bütün işlerinin sağlamlığını düşündüm ve aklımla adaletini anladım. Ama bilme-diğim bir konu var. O da şudur: "Sen belaya müstahak olanlara gazapla-nıyorsun, ama azabın hepsini, -çocuklarını da- kapsamaktadır..." Kendisi-ne şöyle denildi: "Ey Uzeyr! Bir topluluk azabıma hak kazanınca, azabı-mın inişini, çocuklarının ömrünün bitişine kadar (ertelemeyi) taktir ede-rim. Neticede çocuklar ecelleri geldiği için ölür. Günahkarlar ise benim azabımla helak olur."
bak. Bu konuda daha fazla bilgi için Farsça adlı "Adl der Cihan bini Tevhid" ki-tabım ile el-Mizan, 15/324. sayfada yer alan Allah-u Teala'dan zülmü nefyetmek hususundaki bilgilere müracaat ediniz...
2650. Bölüm
Allah'ın Adaletine İnanmanın Anlamı
12480. İmam Sadık (a.s), kendisine dinin esası sorulunca şöyle buyurmuştur: "Dinin esası tevhit ve adalettir... Ama tevhit kendin hakkında reva gördüğünü, Rabbin hakkında reva görmemendir. Adaletin anlamı ise, Rabbinin ken-disiyle seni kınadığı şeyleri ona isnat etmemendir."
12481. İmam Ali (a.s), kendisine, "Adalet nedir?" diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "Adalet Allah'ı itham etmemendir."
12482. İmam Sadık (a.s), Hişam b. Hakem'e şöyle buyurmuştur: "Sana adalet ve tevhit hakkında bir cümle öğretmeyeyim mi?" Hişam şöyle arzetti: "Öğret kurbanın olayım." İmam şöyle buyurdu: "Allah'ın adaletine inanmanın şartlarından biri onu itham etmemendir ve Allah'ı tevehhüm etmemen ise tevhittendir."
12483. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah'ı yaratıklarına benzeten, Al-lah'ı tanımamıştır. Kullarının günahını Allah'a isnat eden ise, onu adaletle nitelendirmemiştir."
2651. Bölüm
Münezzeh Olan Allah'ın Adil Olduğunun Delili
12484. İmam Zeyn'ul-Abidin (a.s), Kurban Bayramı ve Cuma günü yaptığı duasında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz, bildim ki senin hükmünde, zulüm ve ceza-landırmanda acelecilik yoktur. Zira (fırsatı) kaybetmekten korkan kimse acele eder ve şüphesiz zayıf olan kimse zulüm etmeye ihtiyaç duyar. Ey Allah'ım! Sen bu işlerden daha yüce ve üstünsün."
2652. Bölüm
Allah Yaratıcıdır
Kur'an:
"Allah her şeyin yaratanıdır. O her şeye vekildir."
"Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnem-lik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratışla yarattık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur! "
12485. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah yaratıcıdır, ama hareket ederek ve zahmete katlanarak değil."
12486. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah yaratıcıdır, ama düşünerek de-ğil."
12487. Mervan b. Müslim şöyle diyor: "İbn-i Ebi'l-Evca, İmam Sadık'ın (a.s) yanına vardı ve şöyle dedi: "Siz Allah'ın herşeyin yaratıcısı olduğunu söy-lemiyor musunuz?" İmam Sadık (a.s), "Evet" diye buyurdu. İbn-i Ebi'l-Evca, "Oysa ben de yaratıyorum" deyince İmam sordu: "Sen nasıl yaratı-yorsun?" diye sorunca İbn-i Ebi'l-Evca şöyle dedi:
"Bir yerde def-i hacet ediyorum, sonra bekliyorum ve onda bir takım canlılar oluşmaktadır." İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Her hangi bir şey yaratan kimse, onların nite-liğini ve niceliğini bilmez mi? " O, "Evet bilir" deyince İmam şöyle bu-yurdu: "Sen o canlıların, erkek mi veya dişi mi olduğunu, ne kadar yaşa-yacağını biliyor musun? " İbn-i Ebi'l-Evca böylece sustu."
12488. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hamd, kudret ve hikmetiyle eşyayı yaratan ve yoktan var eden Allah'a mahsustur. Allah eşyayı başka bir şey-den yaratmamıştır ki yoktan var edişi iptal olsun ve bir sebeple yaratma-mıştır ki benzersiz yaratışı gerçekleşmesin. O istediğini, istediği şekilde yaratandır."
12489. İmam Kazım (a.s), kendisine, yüce yaratıcıdan başka yaratıcının olup olmadığı sorulunca şöyle buyurmuştur: "Allah Tebarek ve Teala şöyle buyurmuştur: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah övülmeye layıktır." O halde kulları arasında da yaratıcı olan ve olmayan kimselerin varlığını haber vermiştir. Örneğin İsa (a.s) Allah'ın izniyle topraktan bir kuş yarattı, ona üfledi ve Allah'ın izniyle o topraktan heykel, gerçek kuşa dönüştü. Samiri de İsrailoğulları için buzağı heykeli yaptı, o buzağı heykeli de ineğin sesine benzer bir ses çıkarıyordu."
El-Mizan Tefsiri'nde şöyle yer almıştır: "Allah-u Teala'nın kendisini en iyi yaratıcı olarak nitelendirmesinden de anlaşıldığı üzere yaratmak Allah'a özgü değildir. Ger-çek de böyledir. Zira önce de söylendiği gibi, yaratmak taktir etmek anlamındadır. Taktir etmek ve bir şeyi başka bir şeyin üzerinden ölçüp biçmek ise Allah-u Tea-la'ya özgü bir şey değildir. Kur'an'ı Kerim'in yaratmayı Allah-u Teala'dan başkası-na isnat ettiği ayetlerden birinde şöyle buyurmaktadır: "Hani sen, çamurdan kuş gibi bir şey yaratmış..." Hakeza şu ayettir : "Aslı olmayan sözler yaratıyorsunuz."
12490. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Çok geçmeden insanlar bir takım sorular soracak ve sonunda şöyle soracaklardır: "Herşeyi Allah yaratmış-tır, o halde Allah'ı kim yaratmıştır." Böyle bir şey sorduklarında siz onlara şöyle deyin: "Allah birdir, Allah müstağnidir, doğurmamıştır ve doğma-mıştır. O'nun eşi ve dengi yoktur."
12491. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Şeytan sizlerden birinin yanına ge-lir ve şöyle sorar: "Seni kim yarattı?" siz: "Allah" deyince Şeytan şöyle so-rar: "Allah'ı kim yarattı?" Sizden biri böyle bir soruyla karşılaşırsa şöyle cevap versin: "Allah ve Resulü'ne iman ettim." Böylece (bu soru ve şey-tani vesveseler) ondan (zihninden) uzaklaşmış olur."
bak. 2632. Bölüm, el-Bihar, 4/147, 5. Bölüm
2653. Bölüm
Allah Kadirdir
Kur'an:
"Her hangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unuttu-rursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin? "
12492. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka her kudret sahibi, hem güçlüdür, hem acizdir. (Mutlak güçlü değildir.)"
12493. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Münezzeh olan Allah'tan başka her kadir makdurdur (kendi gücünün üstünde mutlaka bir güç vardır.)"
12494. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir makdur olmadığı zaman da Allah kadir idi (kudret ezelidir ve Allah'ın zati sıfatlarından biridir.)"
12495. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Tebarek ve Teala'nın kudre-ti ölçülmez. Kullar onu nitelendirme gücüne sahip değildir."
12496. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah nitelendirilemez, nasıl nitelendirilsin ki?! Nitekim kendi kitabında şöyle buyurmuştur: "Allah'ı hakkıyla taktir edemediler" O halde Allah, nitelendirildiği her kudretten daha büyük ve yücedir."
12497. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İblis, İsa b. Meryem'e (a.s) şöyle dedi: "Senin Rabbin yeryüzünü, hiç küçültmeden, yumurtayı da hiç bü-yütmeden bütün bir yeryüzünü yumurtanın içine koyabilir mi?" İsa (a.s) şöyle buyurdu: "Eyvahlar olsun sana! Allah acizlik sıfatıyla nitelendirile-mez. Yeryüzünü küçültebilecek ve yumurtayı büyütebilecek kimseden daha güçlü kim vardır."
12498. Mesih (a.s), kendisine "Rabbin dünyayı bir yumurtanın içine yerleştirebilir mi? " diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "Acizlik, aziz ve celil olan Allah'a isnat edilemez. Ama sizin ondan istediğiniz mümkün olmayan bir şeydir. (Allah'ın kudreti imkansız şeylere taalluk etmez.)"
12499. İmam Ali (a.s), hakeza bu soruya cevap olarak şöyle buyurmuştur: "Eyvah-lar olsun sana! Allah acizlikle nitelendirilemez. Yeryüzünü küçültebilecek yumurtayı ise büyütebielcek daha güçlü kim vardır? "
12500. İmam Ali (a.s), hakeza bu soruya cevap olarak şöyle buyurmuştur: "Allah Tebarek ve Teala'ya acizlik isnat edilemez. Ama benden sorduğun şey mümkün olan şeylerden değildir."
12501. İmam Rıza (a.s), hakeza bu soraya cevap olarak şöyle buyurmuştur: "Evet, Allah yeryüzünü yumurtadan daha küçük bir şeye de yerleştirebilir. Allah onu yumurtadan daha küçük olan gözüne yerleştirmiştir. Eğer gözünü açacak olursan, göğü, yeri ve gök ile yer arasında olan herşeyi müşahade edersin. Oysa Allah isterse, seni onları görmekten engeller, kör eder."
bak. Eş-Şeytan, 2015. Bölüm, el-Bihar, 4/134, 4. Bölüm
2654.Bölüm Allah Mütekellimdir (Konuşandır)
Kur'an:
"Peygamberlerden bir kısmını daha önce sana anlatmış, bir kısmını da anlatmamıştık ve Allah, Mûsa'ya gerçekten hitab etmiş-ti."
12502. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O, Musa'ya söyleyeceğini söylemiş, azametli ayetlerini kendisine göstermiştir. Ama bir uzuvla, aletle, konuş-ma ve dille değil."
12503. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Musa ile hiçbir endam, araç, dudak ve dil olmaksızın konuşmuştur."
12504. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah dil ve ağız olmaksızın haber verir, kulak delikleri olmaksızın işitir, telaffuz etmeksizin konuşur ve ha-fıza olmaksızın ezberler... Olmasını irade ettiği herşeye "ol" der ve o da oluverir.
Ama onun bu deyişi kulak zarına çarpan bir sesle veya duyulan bir nidayla değil. Münezzeh olan Allah'ın sözü, kendisini icad ettiği, mü-cessem kıldığı ve önceden var olmayan fiilidir. Zira eğer (fiili de) kadim ve ezeli olsaydı, ikinci ilah olurdu."
12505. İmam Rıza (a.s), kendisine, "Eğer Peygamberler masumsa nasıl olur da Keli-mullah Hz. Musa, Allah-u Teala'nın görülemeyeceğini bilemedi ve ondan böyle bir talepte bulundu? " diye soran Memun'a cevap olarak şöyle buyurmuştur: "Kelimul-lah Musa b. İmran (a.s), Allah'ın gözle görülmekten çok daha yüce oldu-ğunu biliyordu.
Ama aziz ve celil olan Allah onunla konuşunca ve kendi-sine mukarreb (yakın) kılınca kavminin yanına geri döndü ve aziz ve celil olan Allah'ın kendisiyle konuştuğunu, kendisine yakın kıldığını ve onunla fısıldaştığını bildirdi. Kavmi ona şöyle dedi: "Biz de senin gibi Allah'ın sözlerini işitmedikçe asla senin sözlerine inanmayacağız..."
Sonra Musa onları Sina dağına doğru götürdü, onları dağın eteklerinde bıraktı. Kendi-si dağın zirvesine çıktı. Allah Tebarek ve Teala'dan kendisiyle konuşma-sını ve konuşmasını o topluluğa işittirmesini istedi. Adı yüce olan Allah Musa (a.s) ile konuştu. İnsanlar yukarıdan, aşağıdan, sağdan, soldan,
ön-den ve arkadan (altı yönden) onun sözünü işittiler. Zira aziz ve celil olan Allah konuşmasını bir ağaçta vücuda getirdi, sonra onu her taraftan işite-cekleri bir şekilde etrafa dağıttı."
12506. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Her zaman da ve fetret dönemlerin-de, büyük nimetler sahibi Allah'ın, fikirlerine ve akıllarına ilham ettiği, akıl ve düşünceleriyle konuştuğu kullar var olmuştur."
bak. Tefsir'ul Mizan, 14/247, Kelam fi Me'na hudusi'l kelam ve kıdemihi fi fusul
2655. Bölüm
Allah İrade Sahibidir
Kur'an:
"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir. O da hemen olur."
12507. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kulların irade ve isteği, onların batıni maksadı ve bunun ardından ortaya çıkan fiilleridir. Aziz ve celil olan Allah'ın bir fiil hakkındaki iradesi ise onu vücuda getirmesidir. Ona "Ol" der, o da oluverir. Şüphesiz bu konuda, hiçbir sıkıntıya düşmez ve hiçbir niteliğe bürünmez."
12508. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Konuşur, ama telaffuzda bulunmak-sızın. İrade eder, ama batıni bir düşünce ve tedebbür olmaksızın."
12509. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah, irade edendir, ama (önceden) bir azim ve karar olmaksızın! Allah yaratıcıdır, ama bir endam ve organ ile değil."
12510. İmam Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: "Eşya, Allah'ın irade ve isteğiyle, O hiçbir söz söylemeksizin, içinden hiçbir düşünce geçmeksizin ve diliyle hiçbir söz konuşmaksızın, vücuda gelmektedir."
bak. 2667. Bölüm
2656. Bölüm
Allah Zahir'dir ve Batın'dır
Kur'an:
"O (her şeyden) öncedir, (kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı) sondur, (varlığı) aşikardır, (gerçek mahiyeti insan için) gizlidir. O her şeyi bilir."
12511. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Zahirdir; "Hangi şeyden?" denemez. Batındır; "Hangi şeyde" diye sorulamaz."
12512. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O'ndan daha açık bir şeyin olmadığı zahir ve O'ndan daha gizli bir şeyin olmadığı batındır."
12513. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Zahirdir, görülmeksizin. Batındır, ama küçüklük ve zarafetinden değil."
12514. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bakanların O'nu inceden inceye ta-riflerinden zahir, izzetinin saygınlığıyla O'nu tasarlayanların fikirlerinden batındır."
12515. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "(Yaratıklarının) Kalplerine delille-riyle görünendir."
12516. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O, gücü ve azametiyle tüm mahlukatına zahirdir, ilmi ve marifetiyle batındır."
12517. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Zahir olduğu halde batındır ve batın olduğu halde aşikardır."
12518. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Gizli olması aşikar olmasını engel-lemez. Aşikar olması O'nu gizli kalmaktan alıkoymaz."
12519. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hamd Allah'a ki hiç bir sıfatı diğer sıfatlarından öncelikli değildir. Dolayısıyla ahir (son) olmadan evveldir, batın (gizli) olmadan zahirdir... O'ndan başka her zahir batındır, her batın ise zahir değildir."
12520. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın zahir oluşu, eşyanın üstüne binmesi, üzerine oturması ve zirvesine ayak basması anlamında değildir. Eşyaya olan kahrı, üstünlüğü ve kudretiyle zahirdir. Örneğin birisi şöyle der: "Düşmanlarımın üzerine zahir oldum, Allah beni düşmanıma zahir kıldı." O kendi zaferini ve (düşmana karşı) üstün gelişini ifade etmektedir. Allah'ın eşya üzerindeki zuhuru da işte böyledir (yani kahır,
galebe, üstünlük ve eşyaya tasallutunu ifade etmektedir.) Allah'ın zahir oluşunun diğer bir anlamı da kendisini talep eden herkes için aşikar olmasıdır ve (zahir olmasının diğer bir anlamı da) kendisine hiçbir şeyin gizli kalmamasıdır. Hakeza (zahir olmanın diğer bir anlamı da) Allah'ın, yarattığı herşeyi tedbir ve irade etmesidir. O halde Allah Tebarek ve Teala'dan daha aşikar olan kimdir? Zira sen nereye yönelirsen yönel,
O'nun yaratışının nişanesini ve etkilerini görürsün. Kendi vücudunda da onun yeteri kadar nişaneleri vardır. Ama bizim hakkımızda zahir, kendisine aşikar olan, bir hat ve hududu bulunandır. O halde biz ve O (zahir) ismi hakkında ortağız. Ama anlamı hususunda bir ortaklığımız yoktur. Allah'ın batın ve gizli oluşu ise eşyanın içinde gizli olduğu, yani onların içine girdiği anlamında değildir. Allah'ın ilim, koruma ve tedbirinin eşyanın içine de (zahirlerine olduğu gibi) nüfuz etmesi anlamındadır."
12521. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah kahrıyla herşeye üstündür."
12522. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah işlerin gizliliklerini bilir. Yara-tışındaki göze çarpan tedbir nişaneleri sebebiyle de akıllara aşikardır."
12523. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah aşikardır, ama duyu organları ve hissi temaslarla değil. Allah mütecellidir (gözükendir) ama gözle görü-len bir görünme ile değil. Allah batındır, ama uzak oluş ve ayrılık sebebiy-le değil."
12524. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah gizlidir, ama örtülü olduğu için değil. Allah aşikardır (başkalarının gözleri karşısında olduğu için de-ğil)"
2657. Bölüm
Allah Herşeyin Malikidir
Kur'an:
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye ka-dirdir."
"De ki: "Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verir-sin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu sen, her şeye kadirsin."
"Göklerin ve yerin egemenliği kendisinin olan, çocuk edinme-yen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan Allah yücelerin yücesidir."
12525. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O'ndan başka her malik memluktur (malik olunandır.)"
12526. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Münezzeh olan Allah'tan başka her malik memluktur (malik olunandır.)"
12527. İmam Ali (a.s), "la havle ve la kuvvete illa billah" sözünün tefsirinde şöyle bu-yurmuştur: "Biz Allah ile birlikte bir şeye sahip değiliz; sadece O'nun bizi sahip kıldığı şeylere sahibiz. O halde bizi, bizden daha çok sahibi olduğu bir
şeye sahip kıldığı zaman bize sorumluluk yüklemiştir; bizden onu geri aldığı zaman da sorumluluğu üzerimizden kaldırmıştır."
12528. Misbah'uş-Şeria'da şöyle yer almıiştır: "Allah Resulü (s.a.a) Allah'ın şöyle buyurduğunu ifade etmiştir: "Ey Ademoğlu! Benim mülküm, benim ma-lımdır. Benim malım bana aittir. Ey biçare! Mülk ve padişahlık olduğu ve sen bulunmadığın zaman neredeydin? Sen yediğin, yok ettiğin, örtündü-ğün, eskittiğin, sadaka verdiğin (ölümünden sonrası için baki bıraktığın) bu miktar sebebiyle de rahmet ve bağışlanmaya uğradığın veya azap ve ceza göreceğin miktardan fazlasına sahip misin?"
bak. el-Mal, 3763. Bölüm; Tefsir'ul Mizan, 3/144-149
2658. Bölüm
Allah Duyandır
Kur'an:
"Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı değiş-tirenin üzerinedir. Allah şüphesiz işitir ve bilir."
12529. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka her duyucu düşük sesleri duymaz, yüksek sesler kulağını sağır eder, uzak sesleri işitmez. "
12530. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O, konuşanı duymakta, her susanın içini bilmektedir."
12531. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah duyandır, ama araçla değil."
12532. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz işitici olarak adlandırıl-mıştır. Ama bu kendisi vasıtasıyla duyduğu, ama onun vasıtasıyla bir şeyi göremediği kulak deliğine sahip olduğu anlamında değil. Ama bizler, sa-hip olduğumuz kulak deliğiyle duyuyoruz, ama onun vesilesiyle bir şeyi göremiyoruz."
12533. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "O gördüğü şeyle işitir ve işittiği şeyle görür... Hiçbir lugat ve dile yabancı olmaması ve bir şeyi duymasının kendisini başka bir şeyden alı koymaması sebebiyle şöyle diyoruz: "Allah işitendir, ama (yaratık olan) duyucuların duyması gibi değil."
12534. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah duyan ve görendir. Allah gördüğü şeyle işitir ve işittiği şeyle görür."
12535. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah işiten ve görendir.
Allah işi-tendir, ama duymak için bir endama sahip olmaksızın, Allah görendir ama hiçbir görme aletine sahip olmaksızın. "Aksine bizzat işitmekte ve bizzat görmektedir" dememizin anlamı ise, onun bir şey olduğu ve zatının da ayrı bir şey olduğu anlamında değildir. Sen bana sorduğun ben de sana bu konuyu anlatmak için bu tabiri kullandım. O halde şöyle diyoruz: "O, bütün vücuduyla işitir, ama bir cüzü ve parçası olmaksızın."
2659. Bölüm
Allah Görendir
Kur'an:
"Allah, hakla hükmeder. O'nu bırakıp da yalvardıkları putlar bir şeye hüküm veremez. Şüphesiz Allah işitir ve görür."
"Bu, sana vahyettiğimiz, öncekileri doğrulayan gerçek kitaptır. Al-lah şüphesiz kullarından haberdardır, görendir."
"Namazı kılın, zekâtı verin, kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görür."
12536. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "O'ndan başka her gören gizli renkle-ri ve çok küçük cisimleri göremez."
12537. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın görmesi de işte böyledir. Allah bizim gibi kendisiyle gördüğümüz ve ondan başka bir şey istifade edemediğimiz göz deliği (bebeği) vasıtasıyla görmez."
12538. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Basir'dir, ama hisle vasıflandırıl-maz."
12539. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah görendir, ama bir aleti çevirerek değil."
12540. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Basir'dir (görendir); yaratıklarından görülen yokken."
12541. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Karanlık bir gecede, yer altında ve denizlerde, karanlık bir taş üzerindeki siyah karıncanın ayak izleri gibi hiçbir gizli işin ona örtülü kalmaması sebebiyle şöyle diyoruz: "O gören-dir."
Allah'a (C.c.) Ulaşmadaki diğer perdeler
Göz Kalbe Perde
Kulluk ve imtihan için geldiğimiz şu dünyada, her organımızın kendine göre bir imtihanı vardır. Dil doğruyu söylemek ve Allah’ı zikretmekle, el doğru işleri işlemekle, ayak doğru yerlere gitmekle sorumludur. Gözün imtihanı da harama bakmamaktır.
Allah Tealâ, Nur suresinin 30. ve 31. ayet-i kerimelerinde şöyle buyurur:
“(Rasulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini harama bakmaktan çeksinler, namus ve iffetlerini korusunlar.”
İmam Şiblî k.s. bu ayet-i kerimeleri tefsir ederken şöyle demiştir:
“Bu ayetler, başlarındaki gözlerini Hak Tealâ’nın haram ettiklerinden, kalplerindeki gözlerini de Allah’tan başkasından sakınsınlar, yumsunlar, anlamındadır.”
Kalp göze tabidir
Kalple göz arasında çok yakın bir ilişki vardır. Göz kalbin meylettiği şeyi görmek isterken, kalp de gözün gördüğünü sevmektedir. İmam-ı Rabbanî k.s. hazretleri bu konuda şunları söylemiştir:
“Bilmek gerekir ki kalp göze tabidir. Göz haramlara kapatılmadıkça kalbi korumak zordur. Kalp böyle şeylerle meşgul olduğu sürece de edep yerlerini korumak çok zor olur. O halde edep yerini koruyabilmek için gözü haramlara kapatmak bir zorunluluktur.”
Hüccetü’l-İslâm İmam Gazali rh.a hazretleri de şöyle demiştir:
“Denir ki, kulun bir defa harama bakmasıyla, tabaklanmayan derinin çürüyüp delindiği gibi kalp de çürüyüp işe yaramaz hale gelir. Eğer baktığın şey haram değil de mübah ise, belki kalbin onunla meşgul olacak ve vesveseye, tehlikeye düşecektir. Gördüğün şeye erişemezsen de kalbin sürekli onunla meşgul olduğu için hayırlardan uzak kalacaksın. Halbuki gözlerin onu görmese bütün bu sıkıntılardan kurtulursun, kalbin de ferah kalır.”
Görüldüğü gibi sadece haramlara bakmak değil, mübah da olsa gereksiz şeylere bakmak da sakıncalıdır. Haram görüntülerin çoğuna sağa sola bakarken denk geliriz. Bu nedenle Nakşibendî büyükleri talebelerine, madden ve manen, her zaman ayakuçlarına bakmalarını tavsiye etmişlerdir.
İbadet zevki
Peygamber Efendimiz s.a.v şöyle buyurmuştur:
“Bir kadının güzelliğine bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim bundan kaçınırsa, Allah ona mutluluk duyacağı şekilde ibadet zevkini tattırır.” (Ebu Davud)
İmam-ı Gazali rh.a bu hadis-i şerifi şöyle açıklamıştır:
“Bu şekilde ibadetin tadını ve kulluğun zevkini tatmak şerefli bir mertebedir. Bu söylediklerimiz tecrübeyle sabit olan hakikatlerdir. Bu hadisle amel eden kişiler mutlaka vaat edilen sonucu elde ederler. İnsan kendini ilgilendirmeyen şeylerden bakışını çevirirse, ibadetin lezzetini ve tadını alır. Kalbinde daha önce hissetmediği bir saflık ve duruluk meydana gelir.”
Ben şehvetle bakmıyorum gibi düşüncelere kapılmak da yanlıştır. Allah dostları şehvetlerine en hakim insanlar oldukları halde, gözlerini haramdan en çok koruyanlar yine onlardır. Hace Ubeydullah Ahrar k.s. hazretleri şöyle demiştir:
“Bir güzelin yanından selametle geçene kadar ciğerime yüz kere kan damlar.”
Aynı cinse bakmak
Harama bakmak sadece karşı cinse bakmakla sınırlı değildir. Erkeklerin erkeklere, kadınların kadınlara bakmasında da ölçüler vardır. Özellikle kadınlar kendi aralarında gözlerine ve kıyafetlerine dikkat etmeli, nasıl olsa hepimiz kadınız diye düşünmemelidir. İmam-ı Rabbani k.s. hazretleri şöyle der:
“Bakma ve şehvetle dokunma konularında bir kadın için yabancı bir erkeğin hükmü neyse, yabancı bir kadının hükmü de odur. Bir kadının, erkek ya da kadın kim olursa olsun kocasından başkası için süslenmesi de caiz değildir. Erkek ile kadın arasındaki cinsiyet farkı ve engeller sebebiyle erkeğin kadına ulaşması zordur. Ancak kadının kadına ulaşması oldukça kolaydır. Bu sebeple aynı cinsten olanlar arasındaki ilişkilerde daha hassas ve temkinli olmak gerekir.”
Gözümüze güzel görünen, bizi kendine çeken şeyler helal dairenin dışındaysa aslında birer zehirdir. Bunlara bakmakla, arzularımızı tatmin etmekle elimize anlık zevkten başka bir şey geçmez.
Halbuki gözleri haramdan korumanın karşılığı ibadetlerin kolaylaşması ve Âlemlerin Rabbi’nin cemalinin görülmesidir.
Semerkand Dergisi
Mükerrem METE
Siz de mi Görmüyorsunuz?
Peygamberimiz s.a.v’in zevcesi Ümmü Seleme r.anha annemiz anlatıyor: Bir gün, gözleri kör olan Ümmü Mektum r.a. Rasul-i Ekrem s.a.v’in huzuruna girmek için müsaade istedi. Ben ve diğer zevcesi Meymune r.anha orada bulunuyorduk. Rasulullah s.a.v bize;
– “Çekilin ve saklanın,” buyurdu. Biz de:
– “Ey Allah’ın Rasulü, iki gözü de görmüyor, neden çekilelim,” dedik. Allah’ın peygamberi s.a.v.:
– “O görmüyorsa siz de mi görmüyorsunuz,” buyurdu. (Ebu Davud)
HADİSELERİN BİLMEDİĞİMİZ HİKMETLERİ!..
Akıllı bir zât ata binmiş gidiyordu. Açıklık bir yerde uyumakta olan bir adamın ağzına yılan girdiğini gördü. Atını ne kadar hızlı sürdüyse de ulaşıp, yılanın, adamın ağzına girmesine engel olamadı.
Uyuyana elindeki kırbaçla bir kaç defa vurdu. Adam uyanıp ayağa kalktı. Kırbaç vurarak onu bahçede bir o tarafa bir bu tarafa koşturdu. Yerlerde ağaçlardan düşmüş ve zamanla çürümüş elmalar vardı. Adama bu çürük elmaları yemesini emretti.
Kırbaç tehdidiyle bu elmaları adama yedirmeye başladı. Bir yandan da koşturuyordu. Adam sövmeye başladı: "Ben sana ne yaptım da bana zulüm ediyorsun? Bana düşmanlığın varsa,bir kılıç vur da öldür daha iyi.Ey zalim kimse! Keşke seni hiç görmemiş,senin zulmüne hiç uğramamış olsaydım."
Bu sözleri söylerken ağzından da köpükler geliyordu. Adam süvari arkasında olduğu halde hayli zaman koştu. Sonunda kusmaya başladı.Yuttuğu yılan da ağzından simsiyah dışarı çıktı.
Yılanın ağzından çıktığını gören adam o salih süvarinin önünde yerlere kapandı. Onu övmeye başladı:"Sen Cebrail(as) misin?Sen velinimetim, efendimsin. Benim bu halimi bilip koşmasaydın, çoktan ölüp gitmiştim."
Adam övgülerle devamla:"Ey efendi,ey şahların şahı! Cehaletim sana kötü söyletti. Beni affet.Eğer bu hali bilmiş olsaydım münasebetsiz sözler söyleyip durmazdım. Lakin hiddetime cevap vermedin.Beni rahmetinle koşturdun.Meğerse benim beynim azıcıkmış.Bu azıcık beynimle senin değerini bilemedim."dedi.
Efendi şu karşılığı verdi:"Eğer ben sana yılan yutmuş olduğunu söylemiş olsaydım senin korkudan ödün patlardı."
İşte, akıllı kimsenin düşmanlığı şer gibi görülse de rahmettir.
Ağzına yılan kaçan adamın kurtarılması onu selamete erdirmek içindir. Çünkü yılan nefse misaldir. Yılanı çıkartan zât ise mürşid-i kâmile misaldir. Bahçede uyuyan gafil adamdır. Allah'ın bilgisinden, kaderden haberi yok. Nasıl, gafil olan kırda yatıp yılanı yutabilirse, Allah’tan gafil olan da nefsine uyar. Çürümüş elmalar ve koşmak, mücahede ve riyazettir.
Mücahede ve riyazet olmadan, ilmin faydası ulemayı kurtarmaz.
İlim rehberdir.
Rehber olan ilmin nuraniyeti altına girmek lazımdır.
Fırtına, zelzele gibi hadiselerdeki hikmet
o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır.
İkinci Nokta: Herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi: 7.) âyetinin bir sırrını izah eder.
Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.
(Sözler, 18. Söz, 2. Nokta, s. 210)
"Hikmet, mümin?in yitik malıdır, nerede bulursa alsın." Hadisi Şerif
Hikmetli işi anlamak için de hikmeti bilen kalp gerekir insana.. Kalp, mücahede ve riyazet olmadan pişemez..
Vaktiyle bulunduğu küçük yerde geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam; bir an memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verir. Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanır ve yola koyulur. Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkansız olan bir takım olaylarla karşılaşır.
Bu olayların ilki de şu idi; Bazı kimseler tarlaya buğday ekiyorlar ve ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar. Sonra bu yetişip olgunlaşan buğdayları ateşe verip yakıyorlar.
İkincisi ise bu adama hayli acayip gelmişti. Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyordu. Ama bir türlü bu taşı kaldırmaya muvaffak olamıyordu. Bu taşa küçük bir taş daha ekleyince ancak kaldırabiliyordu. Taşlara bir üçüncüsünü ekleyince daha rahat kaldırabiliyordu.
Üçüncüsü de; Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine bir başka adam daha binmiş halde iken bu koyunu koşturuyorlardı. Bu vaziyette iken arkalarından başkaları da koşup yetişmek istiyorlardı. Gördüğü bu olaylarla kafası karışmış bir haldeyken yolculuğun nasıl bittiğinden haberi olmadan, şehre varmış, şehrin kapısına dayanmıştı. Burada nurani yüzlü, ihtiyar bir adam kendisini durdurup, nereden geldiğini, niçin geldiğini, yolculuğun nasıl geçtiğini sordu. Genç adam her şeyi anlatır ve yolculukta karşılaştığı, kendisi için anlaşılmaz olan olayları, hadiseleri ve serüvenleri de unutmadan anlatır. İhtiyar bu genci can kulağıyla dinleyip bu olayların açıklamalarını yapar. Ve şöyle der;
“Senin yolda rastladığın ilk hadise olan buğdayı ekip hemen hasat eden ve sonra onu ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak, yaptığı iyiliklerin değerini sıfıra indirenlerin durumunu anlatır. Bunlar her şeylerini dünyada bırakmayı seven ve ahireti hiç düşünmeyenlerin de içine düştükleri gaflettir.
Taş kaldırmaya çalışan ise şunu anlatır; insanın ilk işlediği günah kendisine çok ağır gelir. Bu günahı altında ezilir. Ama ona tövbe etmeden başka günahlara dalar, bunlar da devamlı olur ve hiç pişmanlık duymadan, geri adım atmadan sürekli olarak yapmaya devam eder. O küçük taşlar devam ede geldiği günahlardır.
Koyun ve ona binenlere gelince de; Koyun cennet hayvanlarından bir hayvandır. Koyun sırtındakileri cennete taşımaktadır. İlk defa binen alimlerdir. Alimlerden sonra binenler ise, her sınıftan müminlerdir. Bunları arkasından koşanlar da inançsızlardır.” diye bu adamın gördüklerine manalar vermiştir.
Beni ademi adamlıktan çıkaran, yaptıklarını ya minnet ederek veya övgü olsun diye başkalarının ona teveccühlerini artırmak içindir. Bu durum insanı helakete götürür, Allah rızasından başka bir rızayı aramaya koyulmasına iter. Allah muhafaza, nefsin helakine sebebiyet verir. İlk hadise; Dünyanın ekin yeri olduğunu, ektiklerini biçmenin yerinin de ahiret olduğunu anlatır.
İnsana ilk işlediği çok ağır gelir. Bu ağırlığı altından kalkamaz ve ezilir veya bu duygu ile kendini yer bitirir. Yaptıklarına ses çıkarmayanlar olduğu zaman arsız olup her şeyi aşina yapmaya başlar. Bu insanlara yapılacak en büyük yardım, tövbe kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatmak ve ar damarlarının çatlamamasını, yüzsüz olmamalarını sağlamaktır.
Cennete gidenlerin arkasından herkes koşar, onlara yetişip ardalarından gitmeyi, herkes sever. İmanı olup olmamasına hacet yoktur. Kim cennetin ve nimetlerinin ne olduğunu duyarsa veya anlarsa mutlaka ona gitmeyi, kavuşmayı, mekanının orası olmasını ister.
Üstad Beddiüzzaman’ın diliyle “Bu dünya, darül hikmettir, darül hizmettir; darül ücret ve mükafat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve ahirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve ahirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal’i uhreviye ye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lazımdır. Çünkü cennet’in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, baki hükmünde olan ameli uhrevi meyvesini, bu dünyada fani bir surette yemek, kar’ı akıl değildir. Baki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.”
Mektubatlar s.551)
Selam ve dua ile …..Hatip İbrahimoğlu
Hz. - Musa ve Hızır Aleyhisselam’ın kıssası Sohbet
21 Nisan 2009, 11:43
İmtihan hakkında Kur’an-ı Azimüşşan’da çok ayetler vardır. Onlardan birkaçını verelim:
“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle, sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz”(Muhammed suresi:31)
Nasıl bir kimse olduğunuz meydana çıksın. Ben imtihan etmeden de sizi biliyorum ama imtihan ettikten sonra herkes tarafından da doğrudan doğruya görülüp bilinmesini istiyorum.
“Ey iman edenler! Allah(u- Teala) sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlama ile (onu yasak ederek) imitihan eder ki gizlice (kimsenin görmediği yerde), gerçekten kendisinden kimin korktuğunu bilsin (yani onları meydana çıkarsın) artık bundan sonra, kim sınırı aşarsa onun için elim bir azab vardır.”(Maide:94)
Giyimlerimiz imtihandır, evlerimizin şekilleri imtihandır, düğünlerimiz imtihandır, cenazelerimiz imtihandır. Bütün islamiyetin herşeyi tepeden kılana kadar hepsi imtihandır. Eğer Allah’dan korkarsanız anlaşılıyorki siz Allah’a iman ediyorsunuz. Eğer iman ediyorsanız Allah’ı bilmişsiniz demektir. Allah’ı bilende anlaşılır ki okumuş ve okutulmuştur yoksa o kişi meşe ağacı gibidir.
“Biz insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini imtihan edelim diye yeryüzündeki herşeyi kendisine mahsus bir zinet yaptık.”(Kehf suresi:7)
“O öyle yüce bir Allah’dır ki hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O Mevla ziyade izzet sahibi ve çok bağışlayandır.”(Mülk suresi:2)
Yanından bir araba geçerken imtihandasın ,hem almak için hırsa kapılıyormusun? Bir mağazanın yanından geçerken de imtihandasın? Vitrindeki küfür kıyafetlerine heves ediyormusun? Bir bahçeli evin yanından geçerken de imtihandasın.Hemen öyle her evinin olmasını istiyormusun? Ruhumuz bedenimizden ayrıldığı vakit cesedimizi nereye yatıracaklar? Bunu unutmayalım.
Bir korkulu durum mu oldu? İmtihandasın.
Paran mı gitti? İmtihandasın.
Bir dostumuz, bir akrabamız, bir yakınımız, bir komşumuz mu öldü? İmtihandayız.
Mallarımızı sel mi kapladı? İmtihandayız.
Bir kıtlık veya bir afetle meyvalarımızmı vermedi? İmtihandayız.
Hemen o zaman Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselamın kıssasını hatırlayalım:
Rivayete göre Firavun ve kabilesinin helakından sonra Cenab-ı Hak Musa (aleyhisselam)’a ben-i İsrail’in üzerlerine inen Allah’ın (cellecelalühü) nimetlerinden anlatmasını emretti.
Musa(aleyhisselam)’da beliğ yani açık bir vaaz etti. O zaman ben-i israilden birisi sordu: ” Ya Musa yeryüzünde en iyi bilen kimdir?” Hz.Musa (aleyhisselam)’da “Benim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Musa (aleyhisselam)’a vahyetti ki: “Ya Musa! Mecmaal Bahreyn (iki denizin toplandığı) denilen yerde bir kulum vardır ki senden daha alimdir”
Mevla Teala Hızır (aleyhisselam)’ ın daha alim olduğunu bildirince Musa (aleyhisselam) onu nasıl bulacağını sorar. Cenab-ı Hak’ta zenbiline tuzlu bir balık koymasını onu nerede kaybederse Hızır (aleyhisselam)’ı orada bulacağını beyan eder.
Musa (aleyhisselam) buyurulduğu üzere tuzlu bir balık aldı zenbiline koydu. Biraz da yiyecek koydu.Talebesi Yuşa (aleyhisselam)ile yola çıktı. Ve O’na dedi ki:”Balığı nerede kaybedersek bana haber ver”
Ne zaman ki Mecmaal Bahreyn denilen yere ulaştılar istirahat için orada biraz oturdular.Musa (alehisselam) bir taşı yastık ederek yattı.Orada ab-ı hayat vardı.Ondan balığa isabet edince balık canlandı venbilin içinden çıkıp denize atladı.
Bu hadiseyi Musa (Aleyhisselam) ın talabesi gördü fakat Musa (Aleyhisselam) a söylemeyi unuttu.Hazreti Musa kalkınca yola devam ettiler.Ertesi gün kuşluk vaktine kadar yürüdüler.Musa (Aleyhisselam) talebesine dedi ki:”Kuşluk yiyeceğimizi getir.Biz bu yolculuğumuz da muhakkak ki yorgunluğa uğradık.”
O zaman talebesi:”Gördün mü? O mecmaal bahreyn denilen yerde kayaya çıktığımız vakit balığa garip bir hadise oldu.Ben bunu sana söylemeyi unuttum.Balık orada canlandı, denize atladı.Acaip bir şekilde geçti gitti.”
Musa (Aleyhisselam) bunu duyunca ”İşte bizim aradığımız yer orasıdır”. dedi.Hemen izleri üzerine uyarak geri döndüler.Orada Hızır (Aleyhisselam) ı buldular.Musa (Aleyhisselam) selam verdi ve :”Sana öğretilen ilimden bana öğretmen için geldim.” dedi.
Bunun üzerine Hızır (Aleyhisselam):”Sen benimle beraber sabra kadir olamazsın.Benden zuhurunu göreceğin şeylerin zahirine bakarak itiraz edersin.Hikmetinden haberdar olmadığın bir hadiseye nasıl sabredebilirsin” dedi.
Hazreti Musa da:”İnşallah beni sabredicilerden bulacaksın, sana karşı hiçbir itirazda bulunmayacağım, hiçbir emirde asi olmayacağım.” diye cevap verdi.
Hızır (Aleyhisselam) da buyurdu ki:”Eğer bana tabi olacaksan ben sana haber verinceye kadar bana birşey sorma”.
Beraberce yürümeye başladılar.Deniz kenarında bir gemi gidiyordu.Geminin sahibi bunları ücretsiz olarak gemiye aldı.Biraz gittikten sonra Hızır (Aleyhisselam) gemiyi deldi.Musa (Aleyhisselam) buna dayanamadı: ”Ücretsiz olarak bizi gemilerine alan bir kavim, boğulsunlar için mi gemiyi deldin?Doğrusu sen kötü bir iş yaptın” dedi.
Hızır (Aleyhisselam) bu itiraza karşı:” Ben sana demedim mi ki sen, benimle beraber sabra takat getiremezsin.”
Musa (Aleyhisselam) hemen vermiş olduğu sözü hatırladı:”Unuttuğum şeyle beni muaheze etme, gafletimden dolayı beni mazur görde işimde bana güçlük çıkarma (yani şu ilim tahsilinden geri kalmayayım).” diyerek özür diledi.
Sonra yine yürüdüler.Bir takım çocuklara rastladılar.Hızır (Aleyhisselam) bu çocuklardan birisini öldürdü.Bu hadiseyi gören Hazreti Musa, Hızır (Aleyhisselam) a hitaben:”Kimseyi öldürmediği halde sen tertemiz bir nefsi mi öldürdün?Muhakkak ki pek kötü bir iş yapmış oldun.” dedi.
Hızır (Aleyhisselam) gene:”Ben sana demedim mi ki sen, benimle beraber sabredemezsin.” diye ihtarda bulundu.
Bu ihtar üzerine Musa (Aleyhisselam):”Bundan sonra eğer birşeyden daha sorarsam benimle arkadaşlık etme.Zira benim tarafımdan özre ulaşmış oldun” dedi.
Sonra tekrar yürüdüler.Bir belde ahalisine varınca onlardan yemek istediler.O memleket halkı ise onları misafir etmekten kaçındı.Derken orada yıkılmaya meyilli bir duvara rastladılar.Hızır (Aleyhisselam) onu hemen doğrultuverdi.Hızır (Aleyhisselam) ın bu yaptığıda Hazreti Musa’nın garibine gitti de ”Onlar bize yemek vermediler, misafir etmediler, isteseydin onlardan bu iş için ücret alabilirdin.Niye bunu bedava yaptın.” diye üçüncü kez itirazda bulundu.
Hızır (Aleyhisselam):”İşte bu,benim ile senin aramızın ayrılışıdır.Şimdi sana, sabretmeye kadir olamadığı şeylerin manasını haber vereyim”
Gemi denizde çalışan bir takım fakirlere ait idi.Ben onu kusurlu yapmak istedim.Zira onların ötesinde her sağlam gemiyi sahiplerinin elinden alan zorba bir melik vardı.Ben onu delmekle kusurlu yaptım, böyle zalim hükümdarın onu ellerinden almasına mani oldum.
Oğlana gelince:Babası ile annesi iki mümin idiler.Biz o çocuğun, anne ve babasını azgınlığa zürüklemesinden ve küfre düşürmesinden korktuk.Eğer o çocuk buluğa erseydi, kafir olacak ve ebediyyen yanacaktı.O hale gelmeden onu öldürdük.İstedik ki Rableri, onlara o öldürülen çocuktan daha temizini ve hayırlısını ve merhametçe daha yakınını versin.
Duvara gelince:O, şehirdeki iki yetim çocuğun idi.Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı.Babalrı da salih bir kimse idi.Rabbin diledi ki onlar büyüsünler, büluğa ulaşsınlar definelerini kendi elleriyle çıkarsınlar.
Eğer o duvar yıkılsaydı onun altındaki hazineyi bu beldenin insanları yağma edeceklerdi.Onun için o duvarı düzelttim.Bu işleri ben kendi reyimle yapmadım.Rabbim bana emretti bende yaptım.İşte bu beyan olunanlar sabrına takat getiremediğin işlerin tevili (açıklaması) dır.
Bu kıssada çok büyük ibretler vardır.Müslümanın başına ne bela gelirse o, müslümanın büyük zararlardan kurtulmasına vesile oluyor.Geminin tahtasını koparmak sebebiyle gemiyi ayıplaması, koca geminin kurtulmasına vesile olduğu gibi.Yani Allah Teala Hazretleri kullarına zarar vermez fakat zarar suretinde bir muamele eder o kadar.
Geminin tahtasının koparılması görünüşte yüzde yüz zarar fakat hakikatte ise kardır.Çocuğun öldürülmesi görünüşte zarar, hakikatte kardır.Size kötülük eden bir kimsye kızdığınız da biraz akıllı olun.Musa (Aleyhisselam) bizi misafir etmeyenlerin duvarını niçin tamir ediyorsun diye kızmıştı.Neticeyi kıssada gördünüz.
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Arif anı seyreyler
Görelim Mevla neyler
Neylerse güzel eyler
Hiç bir cüz’i şer yoktur ki külli bir hayrı koltuğuna almasın.İşte evi yandı buna benzer, çocuğu öldü buna benzer, sana ne olsa buna benzer.Ama sende iman varsa eğer.İman yoksa bu işler cazadır.İman varsa mükafattır.
(Ders Ayeti)
”(Habibim! O sabredicilere müjdele) ki onlar, kendilerine bir musibet (bela) geldiğinde:’Muhakkak biz (dünyada) Allah’ın (teslim olmuş kullarıy)ız.Ve biz (ahirette de) ancak ona dönücüleriz’ derler.”
Her mümin dünyada bazı belalara giriftar olabilir.Ancak bunda nice hikmetler bulunduğunu, verilen nimetin alınanda kat kat fazla olduğunu düşünmek lazımdır ve demelidir ki:”Verende O’dur, alan O’dur, Ben de nihayet O’nun huzuruna varacağım”
Ümmü Seleme (Radıyallahu Anha) annemizden şöyle bir rivayet vardır:Diyor ki:”Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in şöyle buyurduğunu işittim:
”Şüphesiz biz Allah içiniz ve biz ancak O’na döneceğiz.Allah’ım! Bu müsibetimde mükafatlandır.Ve O’nun yerine bana daha hayırlısını nasib et.” derse mutlaka Allah Teala, musibetinden dolayı onu mükafatlandırır.Ve yerine daha hayırlısını nasib eder.
Ümmü Seleme validemiz devamla:”Kocam vefat edince Rasulullah’ın bana emrettiği gibi dedim.Allah-u Teala Hazretleri de kocamın yerine bana daha hayırlı olan Rasulullah’ı nasib etti de beni ona aile etti.” buyurdu.
Cenab-ı Hak dersimizin son ayeti kerimesinde musibetlere sabredenlerin mükafatını beyan ediyor:
”İşte onlar (teslimiyet gösterip, istirca edenler yok mu?),Rableri tarafından salat (mağfiret, tazim ve medh-ü sena) lar ve büyük bir rahmet (lütuf ve ihsan hep) onların üzerinedir.Ve işte onlar hidayete (her doğru gerçeğe) erenlerin ta kendileridir.
Muazzam bir ders.Cenab-ı Hak cümlemize tesirlerini nasib etsin…Amin.
KUDRET CİLVELERİ
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
İçtimâi hâdiselerde vâkıalar incelenirken tek vak'aya bağlı kalınarak incelenemezler. Böyle yapılırsa ciddi hatalara düşülür. Meselâ, Hz. Musa (a.s.) misalinde Rabbimiz, "o yerde zayıflatılanlara lutfetmek", "onları önderler" yapmak, "diğerlerinin mülküne varis kılmak" istiyor. Bunun tahakkuku için Firavun rüya görecek.. ve hâdiseler, Kur'ân'da kıssalaştırıldığı gibi, peşipeşine cereyan edecek; sonuçta Rabbimiz'in murad-ı ilahi çizgisine gelecektir. Hâdiselerin ekşi yüzüne takılıp kalınırsa hata edileceği muhakkaktır.
Yine Musa (a.s.), kıssasını takip edersek, Firavun ve Hz.Musa arasında geçen zaman dilimi İsrailoğulları ile Hz. Musa arasında geçenden daha azdır. İsrailoğulları Hz. Musa'yı çok daha fazla uğraştırmışlardır. Nihai zafere ulaşmaları, aralarındaki birliği temin etmek için Tih sahrasında, kırk yıl şaşkın ve perişan dolaştıktan, Hz. Musa (a.s.) vefat ettikten sonra olmuştur.
Zira İsrailoğulları Firavun karşısında nisbî birlik duygusuna kavuşmuşken, onun boğulmasından sonra birliği zarurileştirecek maddi sebep kalmamıştır.
Bu ve benzeri Kur'ânî kıssalarda; bizlere sabır, zamanı değerlendirme, Rabbin işine karışmama; sadece kendi vazifesini yapma gibi, inananları nihaî zafere götürücü unsurlar gizlidir. Yazıda da bunlar müşahhas misallerle anlatılmıştır.
Elverir ki, Kur'ân'dan gereği gibi ibret, tarihten de ders almasını bilelim.
En büyük müfessir "zamandır" derler. Doğrusu, dar kalıplar arasına sıkışmış insan ruhu ve bir adım ötesini görmekten çoğu defa aciz insan aklı için "zaman" üzerinde durulması, tetkik edilmesi ve ibret alınması gereken mühim bir unsurdur.
Tarih bize bu imkânı bir nebze vermiştir. Yani hâdiselerin tek bir ânını değil de, başlangıç ve bitişini bütünüyle anlatmakta, aklımızı şaşkınlık derelerine sürüklemiş, onları idrâk etmedeki kısırlığımızı bize ders vermiştir. Tarihin malı olmuş hâdiselerin geçirdiği merhalelere aklen seyahat etsek onlardaki Cenâb-ı Hakkın "Kudret cilvelerini" görebiliriz. Ve belki yaza giden yolun kıştan geçtiğinin müşahedesiyle bugünümüzü de o bakış altında değerlendirebiliriz.
Evet, zaman, insanoğlunun dilinde "sabır" demektir. Kur'ân-ı Kerim bize onun ehemmiyetini Musa-Hızır (a.s.) kıssasıyla anlatır (1). İki sahife tutan bu kıssada 7 defa "sabır" kelimesi geçmiş; muallim durumunda bulunan Hızır (a.s.) defaatla Hz.Musa'ya (a.s.) sabır tavsiye etmiştir. Zaman mefhumunun sadece bir noktası olan hâli gören Musa (a.s.) onun diğer iki ucu arası olan geçmiş ve geleceği de gören Hızır (a.s.) karşısında bir türlü sabredememiştir. Yahut bir başka deyişle hâdisâtın zâhirini gören Musa (a.s.) içyüzünü gören Hızır (a.s.) karşısında tekrar tekrar itiraz etmiştir. Üç farklı hâdisenin geçmiş, gelecek ve içyüzü cihetlerini izah eden Hızır (a.s.) karşısında ise, artık diyecek bir söz bulamamış. O hâdiselerdeki Allah'ın kudretinin cilvelerini ancak o zaman anlayabilmiştir. O vak'aları kısaca düşünürsek; Hz. Musa (a.s.) Hızır'ın "gemiyi delmesi"; "çocuğu öldürmesi" ve "duvarı tamir etmesindeki" hikmetleri anlayınca ona hak vermiş, ve kendisinin meselelere tek buudlu baktığını kabullenmek zorunda kalmıştır. Oysa, zaman zaten bunları sırası gelince şerh edecek idi, takat Kur'ân'ın dediği gibi insanoğlu bir kere daha acele etmiş (İsra, 17/11) sabredememişti.
Cenâb-ı Hakk bize akıl vermekle, göstermiş olduğu cilveleri anlamamızı murâd etmektedir. İşte şâyet en büyük tefsirci olan zamanın ışığıyla geçmişe bakarsak, pek çok şer zannedilen işlerin gerçekte hayr ile neticelendiğini görürüz. Yani tarih bize: "Beğenmeyip, çirkin bulduğunuz şeyler sizin için hayırlı, beğenip sevdiğiniz şeyler de sizin için şer olabilir" (Bakara, 2/216) âyetini tefsir eder. Yeter ki hâdiseler üzerinde biraz düşünüp ibret alabilelim. Allah'ın hâdiseleri bu şekilde yaratmasının hikmetine gelince, ümitsizliğe düşmeden ve aceleci olmadan üstünüze düşeni tamamen ifa ettikten sonra neticeyi kendisinin dilediği gibi yaratacağını bize göstermek istemesidir. Hakikatte ârif olan kişi, hiçbir tazyik karşısında ümitsizliğe düşmeyip, ama her hâdiseyle Allah önünde ne kadar âciz olduğunu anlayan kişidir.
Şimdi tarihte halkasını tamamlamış bir misâlle mevzumuzu açıklayalım: Cenâb-ı Hakk (c.c.) Musa (a.s.) ile Firavunu karşılaştırmayı, inananları muzaffer, Firavunu da zelil etmeyi ezelî irâdesiyle murâd eylemiştir. Hikmetle yoğrulmuş hâdiseler bakın nasıl gelişiyor: Önce firavun bir rüyâ görüyor. Rüyâsının te'viliyle, o yıl doğan erkek çocukların hepsinin öldürülmesini emrediyor. Annesi binbir zorlukla Musa (a.s.)'ı dünyaya getirip, ilhâma binâen kalbi kan ağlayarak bir sepetle nehrin sularına bırakıyor. Sepet gide gide tâ firavunun sarayının Önünde sahile vuruyor. Firavun ve hanımı da Musa (a.s.)'ı alıp bağırlarına basıyorlar. Bakın Rabbimiz'in Kudretinin cilvelerine... Firavuna rüyayı gösteren O, anaya evlâdını nehre bıraktıran O, sepeti saray önünde durduran O, Firavunun basiretini kapatan O, hanımına çocuğu sinesine bastırarak "gözümüzün nuru, aman onu öldürmeyin, onu evlât edinir, ondan istifade ederiz" (Kasas, 28)9) dedirten O. Ve nihayet kendi öz anasını süt annesi olarak saraya sokan yine O... Bütün bu cilveler şer zannedilen, kalpleri korkuyla çarptıran hâdiselerin neticesindeki güzellikleri göstermeye yetmez mi?
Bir başka misâl... Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdulmuttalip daha gençken "şâyet on oğlum olursa birini Allah'a kurban edeceğim" diye adakta bulunuyor. Nitekim on oğlu olunca ahdini hatırlıyor ve kur'a çekiyor. Kur'a, en çok sevdiği, çocuklarının en faziletlisi, Peygamberimizin (s.a.v.) babası olan Abdullah'a çıkıyor. Gönlü bir türlü râzı olmuyor onu kurban etmeye. Ne yapacağını şaşırmış, ister istemez bitkin bir halde evlâdını kurbana hazırlanırken, Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi "Abdullah'a karşılık on deveyle kur'a çek, kur'a develere çıkana kadar devam edersin" diyor. Nihayet onuncu kur'a develere çıkıyor ve Abdulmuttalip Abdullah'a mukâbil yüz deve kurban ediyor. Şimdi bakın... Allah kâinatı Peygamberimizin (s.a.v.) yüzü suyu hürmetine yaratmış ve ezelden O'na baba olarak Abdullah'ı seçmişti. Öyleyse O, alâküllihâl yaşayacaktı. Ama, Allah O'nun kendi katındaki ve Abdulmuttalibin yanındaki kıymetini herkese göstermek istiyor, dikkatleri daha o zaman üzerine çeviriyordu. Bir diğer cilveye bakın ki, kur'a Abdullah'a çıkıyor. İstikbâlde Peygamberimizin (s.a.v.) azılı düşmanı olacak olan Ebu Leheb'e çıkmıyordu. İşte başı ve sonu itibariyle hâdiseler ne kadar farklı cereyan ediyor. Siz isterseniz bu misâlleri arttırır, Adem (a.s.)in cennet meyvesi yemesinde, Yusuf (a.s.)in kuyuya atılmasında ve daha nice kıssanın altında yatan kudret cilvelerini bulabilirsiniz.
Biz bütün bu hâdiselerin ışığında kendimize şöyle bir ders çıkarmalıyız. Evet bize düşen gayret etmek, çalışmak, hizmet etmektir. Neticenin ne olacağını ve nasıl vukua geleceğini bilmek, vazifemiz değildir. Onu ancak, zaman tefsir ettikten sonra anlayabiliriz. Oysa sabırsızlıkla, neticeyi ve olayların gelişmesini kendi isteğimiz istikametinde gelişmesini arzu ediyoruz, böyle olmayınca da -hâşâ- ya Allah'ı sorguya çeker gibi bir tavır alıyoruz ya da ümitsizlik tufanına kendimizi kaptırıveriyoruz. Halbuki Allah (c.c.) Kur'ân'da: "Kendisinin hiç bir yaptığından suâl edilemeyeceğini fakat biz kulların bütün hareketlerinde O'na karşı mes'ul olduğunu" (Enbiyâ, 21/23) ifâde etmektedir. Yani -hâşâ- bizim Allah'ı sorgulamaya, O'ndan hesap sormaya hakkımız yoktur. Allah dilediğini yapar. İşte hâdiselerin cenderesi içinde boğulmuş insan aklı, yükselip, geçmiş ve geleceği birden ihâta edemediğinden hemen itiraz etmek ister. Oysa bize düşen sabır ve ümit ile üzerimize düşeni hakkıyla yapmak, gerisine karışmamaktır.
Bediüzzaman Hazretleri Hz. İsa (a.s.) ile ilgili şöyle bir anekdot nakleder: "Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifelerini düşünmeleri lazım gelirken, Cenâb-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, hareketlerini ona binâ ederek hatâya düşerler. Edebü'd Din ve'd-Dünyâ Risalesinde vardır ki: Bir zaman Şeytan Hz. İsa (a.s.)'a itiraz edip demiş ki, Mâdem ecel ve herşey kader-i İlâhi iledir, sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin. "Hz. İsa (a.s.) demiş ki: "Cenâb-ı Hakk abdını tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? Fakat abdin hakkı yok ki Allah'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlersem sen neticede böyle yapar mısın?... İşte böyle tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakk'ın bir surette Cenâb-ı Hakk'ın Rububiyetine karşı imtihan tarzı su-i edebtir. Ubudiyete münâfidir" Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Allah'ın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlup eden Celâleddin Harzemşah harbe giderken vüzerâsı ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hakk seni gâlip edecek, O demiş: "-Ben Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedârım. Cenâb-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlub etmek O'nun vazifesidir." İşte o zât bu sırrı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."
Demek ki; bize düşen çalışmak, koşturmak ve duâ etmektir. Neticeyi yaratacak Allah'tır. Ve O, hâdiselerde dilediği gibi tasarruf eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Tâife gidip onları İslâm'a davet ettiğinde, buna mukabil O'nu taşa tuttular, mübarek ayağını kanlar içinde bıraktılar ve her türlü hakarette bulundular. Ama Peygamberimiz hiçbir zaman "Yâ Rabbi ben her türlü tehlikeleri göze alarak buraya Seni anlatmaya geldim, ama onlar beni taşladılar, ayağımı kanattılar" diye suâlvâri yani -hâşâ- niçin izin verdin tarzında duâ etmemiştir. Zira O yüce insan (sav), her zaman kendine düşeni yapar, neticeye karışmazdı. Oysa biz, maalesef, çoğu defa yaptıklarımızın neticesini hemen almak istiyor, alamayınca da ümitsizliğe düşüyoruz.
Öyleyse bütün bunların verasında bize düşen sabırla bekleyip Allah'ın Kudret cilvelerinin ne şekilde cereyân edeceğini hayranlıkla seyretmektir. Yaza çıkan yolda, kışta saplanıp kalan, güneşin doğuşuna sabredemeyip, kendine yarasalardan dost seçenin bizimle işi yoktur. Zira biz İsmail Hakkı gibi: Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" diyen, Kur'ân'ı kendine mürşit kabul eden; aczini bilen ve Cenâb-ı Hakkin Kudret cilvelerinin temâşasıyla kendinden geçenlerin safındayız.
Evet, biz geçmişten ders alırız, geleceğe o gözle bakarız. Zira biz: "Allah'ın günlerini nöbetleşe insanlar arasında gezdirdiğini" biliriz (Al-i İmrân. 3/140). Bunun ışığında neticeyi sabırla bekler, ümitsizliğe kalbimizde asla yer ayırmayız.
Ve belki de hepsinden ötesi bazı halkaların kapanmasının birkaç asır sürdüğünü bildiğimizden, üç asırlık bir uykunun ne gibi cilvelere gebe olduğunu düşünür, altındaki hikmet tecellilerini tefekkür ederiz. Üzengi öptürmüş bir milletin ahfâdı olarak ve şâirin "Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır" mısrâlarıyla ifâde ettiği hakikatin aydınlığında deriz ki:
-Ey ecdâdının sânını unutup, kendine başkalarının kapısında yer arayan zavallılar; bekleyin! Bekleyin zira ateşin berd-ü selâm olmasına, yarılan denizin tekrar kapanmasına. Yusuf'un zindandan çıkmasına vakit yaklaştı. Unutmayın, "akibet Allah'tan korkanların" (Araf, 7/128), zafer O'nun yolunda gidenlerin olacaktır!...
Notlar
1. Kehf, 18/60-80
2. Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, s.154-55.
Çirkin gibi görünen hadiselerin altındaki hikmet
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Elhamdülillâhi rabbil âlemîn velâkıbetülil müttekîn vessalêtü vessalêmü alê seyyidine Muhammedivve alê êlihi vesahbihi ecmain, alê rasulüne salevât
18. SÖZ 2. NOKTA
"Allah herşeyi en güzel şekilde yarattı" ( Secde Suresi 32:7)
âyetinin bir sırrını izah eder.
Şöyle ki: On sekizinci sözün ikinci noktasında bu ayetin izahını buluruz.
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır.
Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir,
ona hüsn-ü bizzat denilir;
veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir.
Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Hep deriz bardağın dolu tarafını görmek lazım
Pozitif yaklaşmak lazım
Güzel bakmak lazım
Güzele yönelmek lazım
Bunlar polyannacılık oyunları değildir.
Polyanna olumsuz kısımları yok kabul eder.
Sadece olumlu olmaya çalışır.
Ama işin aslı olan her olay, yaşanan herşey
Var edilmiş her şey zahiri olumsuzlukları çirkinlikleri olsa da
bir şekilde gerçekten güzelliğe döner, hayra ulaşır.
Bu Rahman ve Rahim isimlerinin muazzamlığının
iktiza ettiği bir durum desek yanlış olmaz.
Rabbimiz ‘‘Merhametim, rahmetim gazabımın önüne geçmiştir.’’ diye buyuruyor.
Demek biz gerçekten görmek istesek
Her olayın, her yaratılanın arkasındaki güzellikleri
Hikmetlerle vardırılan güzellikleri görebileceğiz.
Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında,
nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.
Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında,
tecelliyât-ı celâliye-i mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden
ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan
nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber,
o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir.
Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen
pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır.
Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri,
zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.
Bu cümleyi kocaman harflerle yazıp duvara assak yeridir.
Her sıkıntılı anda okusak bize ne içinden çok şifalar çıkacak.
Zahiri çirkin görünen hadiseler içimizdeki istidat tohumlarının çatlayıp
filizlenmesi için birer vesile…
Onlar olmasa ot gibi yaşayıp giderdik.
Fark etmeden, anlamadan, yaşamadan istidatlar inkişaf etmezdi.
İşimize gelmiyor ilkin ama sonradan çok faydasını görüyoruz anlıyoruz inşallah.
Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Şems diyor ki;
''Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın.
Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir'' diye endişe etme.
Nerden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmadığını...
Birşeyler değişmeden, zorlanmadan, sıkılmadan, sıkıştırılmadan
Güzellikler ortaya çıkmıyor.
Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm (kendi keyfini düşünen)olduğundan,
zahire bakıp çirkinlikle hükmeder.
Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek
şer olduğuna hükmeder.
Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir.
Evet bu da olayın başka bir yönü…
Kendi istidatlarımızın inkişafı gibi,
dahil edildiğimiz kader programı içinde çevremizdeki
çok şeyler ile etkileşim halindeyiz ve onların yaşantılarında da etkili oluyoruz.
Ve bir cihette de yaşantılarımızın ve varlığımızın yine esmaya ayna olma cihetleri var.
Her isim inkişaf etmek ister.
Bilinmek tanınmak anlaşılmak ister.
Ve insan da onları anladıkça, ruhu beşerin en safi sevinci,
en halis süruru iman-ı billah, muhabbetullah olduğundan,
Ve muhabbet tanımakla geliştiğinden
Yine insanında huzuru, mutluluğu, sevinci bunlara bağlanmış.
Misal hastalık olmadan şafi ismi anlaşılmaz.
Allah dese ki ben rızık vericiyim ama ikramlar olmasa
yemek ihtiyacı duymasak açlık olmasa rezzak ismini anlayamayız.
Bilgimiz sadece taklit boyutunda kalır.
Ama açlığı yaşadığımızda ve rızkımız verildiğinde
O nimetin arkasındaki gerçek nimet sahibini ve nimeti bize vereni görme
bizim hakiki anlamda Rezzak ismini tanımamıza vesile olur.
Ve bu tanıma anlama ile ruhumuz da gıdasına ve huzuruna kavuşur.
Elhamdulillah der…
Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan
dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder.
Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.
Botanik ilminde ve ziraat ilmindeki gelişmelerle araştırmalarla
bu cümlenin kelime kelime ne kadar doğru olduğunu gördüğümüz gibi
yaşantımızın geneline de bu cümleleri uygulayabiliriz.
Misal çiçeklerin dallarındaki çevrelerindeki dikenler
onların bir nevi savunma mekanizmaları olarak çalışıyor malum.
Böceklerden ve çevredeki gelebilecek olumsuz etkilerden çiçeği özü korumak için.
Bizim mücehhez kahramanımız neler?
Bizim düşmanımız kimse ona göre kullanacağımız kahramanlarımız
koruyucularımız olmalı!!!
Dua her zaman bizim silahız olduğu gibi
İlim kalemi cahiliyete karşı bir diken
Ve iman nuru, dalalet karanlığına karşı bir kalkan oluyor.
Bunu şöyle de düşünebiliriz.
Güzellik korunmak ister.
Korunmazsa dağılır kaybolur bozulur.
Biz güzel olmak istiyorsak korumalı,
Güzele ulaşmak istiyorsak ta o güzelliğin çevresindeki engelleri aşmalıyız.
Hakeza bu konu farklı şekillerde farklı kapılar açabilir.
Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez.
Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder.
Meselâ, “kar“ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler.
Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler
ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Üstada bu meseleler ilhamla yazdırılmış.
Verdiği misaller rastgele seçilmiş örnekler değiller.
Bu konuların her birisi gerçekten üzerine araştırma yapıldığında
içlerinde bir sürü hikmeti barındırdığı görülüyor.
Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber,
herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden,
pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder.
Sanki dünyanın merkezi bizmişiz gibi herşeyi kendimize bakan yönleri ile
ele almanın nasıl bir gaflet olduğuna gelen vurgu...
Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir.
Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir.
Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki,
hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edep olan Kur’ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir.
Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında
gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki,
Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar;
ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki,
pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.
Başta Rabbimizin Rahmetinin ne kadar geniş olduğunu bilmek,
Ve buna iman etmek sonra o’nun hikmetlerinin sonsuz olduğuna iman etmek,
Her şeyin o’nun kudreti ile yaşatıldığı ve yapıldığına iman etmek,
Ve bizi ne kadar çok sevdiğini bilmek ve iman etmek,
Onları anlamaya götürecek…
Ve bize muazzam bir kuvvet olacaktır…
Rabbim gözlerimizin önündeki perdeleri kaldırsın.
Bizi görenlerden duyanlardan anlayanlardan eylesin inşallah
Okuduklarımızı hakkıyla anlamayı, anladıklarımızı yaşamayı
Ve yaşadıklarımızı muhafaza etmeyi nasib etsin…
Subhâneke lâ ılmelene illema allemtene inneke entel alîmul hakîm ve ahiru de'vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin, el Fatiha
HADİSELERİN BİLMEDİĞİMİZ HİKMETLERİ!..
Akıllı bir zât ata binmiş gidiyordu. Açıklık bir yerde uyumakta olan bir adamın ağzına yılan girdiğini gördü. Atını ne kadar hızlı sürdüyse de ulaşıp, yılanın, adamın ağzına girmesine engel olamadı.
Uyuyana elindeki kırbaçla bir kaç defa vurdu. Adam uyanıp ayağa kalktı. Kırbaç vurarak onu bahçede bir o tarafa bir bu tarafa koşturdu. Yerlerde ağaçlardan düşmüş ve zamanla çürümüş elmalar vardı. Adama bu çürük elmaları yemesini emretti.
Kırbaç tehdidiyle bu elmaları adama yedirmeye başladı. Bir yandan da koşturuyordu. Adam sövmeye başladı: "Ben sana ne yaptım da bana zulüm ediyorsun? Bana düşmanlığın varsa,bir kılıç vur da öldür daha iyi.Ey zalim kimse! Keşke seni hiç görmemiş,senin zulmüne hiç uğramamış olsaydım."
Bu sözleri söylerken ağzından da köpükler geliyordu. Adam süvari arkasında olduğu halde hayli zaman koştu. Sonunda kusmaya başladı.Yuttuğu yılan da ağzından simsiyah dışarı çıktı.
Yılanın ağzından çıktığını gören adam o salih süvarinin önünde yerlere kapandı. Onu övmeye başladı:"Sen Cebrail(as) misin?Sen velinimetim, efendimsin. Benim bu halimi bilip koşmasaydın, çoktan ölüp gitmiştim."
Adam övgülerle devamla:"Ey efendi,ey şahların şahı! Cehaletim sana kötü söyletti. Beni affet.Eğer bu hali bilmiş olsaydım münasebetsiz sözler söyleyip durmazdım. Lakin hiddetime cevap vermedin.Beni rahmetinle koşturdun.Meğerse benim beynim azıcıkmış.Bu azıcık beynimle senin değerini bilemedim."dedi.
Efendi şu karşılığı verdi:"Eğer ben sana yılan yutmuş olduğunu söylemiş olsaydım senin korkudan ödün patlardı."
İşte, akıllı kimsenin düşmanlığı şer gibi görülse de rahmettir.
Ağzına yılan kaçan adamın kurtarılması onu selamete erdirmek içindir. Çünkü yılan nefse misaldir. Yılanı çıkartan zât ise mürşid-i kâmile misaldir. Bahçede uyuyan gafil adamdır. Allah'ın bilgisinden, kaderden haberi yok. Nasıl, gafil olan kırda yatıp yılanı yutabilirse, Allah’tan gafil olan da nefsine uyar. Çürümüş elmalar ve koşmak, mücahede ve riyazettir.
Mücahede ve riyazet olmadan, ilmin faydası ulemayı kurtarmaz.
İlim rehberdir.
Rehber olan ilmin nuraniyeti altına girmek lazımdır.
Fırtına, zelzele gibi hadiselerdeki hikmet
o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır.
İkinci Nokta: Herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi: 7.) âyetinin bir sırrını izah eder.
Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.
(Sözler, 18. Söz, 2. Nokta, s. 210)
"Hikmet, mümin?in yitik malıdır, nerede bulursa alsın." Hadisi Şerif
Hikmetli işi anlamak için de hikmeti bilen kalp gerekir insana.. Kalp, mücahede ve riyazet olmadan pişemez..
Vaktiyle bulunduğu küçük yerde geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam; bir an memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verir. Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanır ve yola koyulur. Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkansız olan bir takım olaylarla karşılaşır.
Bu olayların ilki de şu idi; Bazı kimseler tarlaya buğday ekiyorlar ve ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar. Sonra bu yetişip olgunlaşan buğdayları ateşe verip yakıyorlar.
İkincisi ise bu adama hayli acayip gelmişti. Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyordu. Ama bir türlü bu taşı kaldırmaya muvaffak olamıyordu. Bu taşa küçük bir taş daha ekleyince ancak kaldırabiliyordu. Taşlara bir üçüncüsünü ekleyince daha rahat kaldırabiliyordu.
Üçüncüsü de; Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine bir başka adam daha binmiş halde iken bu koyunu koşturuyorlardı. Bu vaziyette iken arkalarından başkaları da koşup yetişmek istiyorlardı. Gördüğü bu olaylarla kafası karışmış bir haldeyken yolculuğun nasıl bittiğinden haberi olmadan, şehre varmış, şehrin kapısına dayanmıştı. Burada nurani yüzlü, ihtiyar bir adam kendisini durdurup, nereden geldiğini, niçin geldiğini, yolculuğun nasıl geçtiğini sordu. Genç adam her şeyi anlatır ve yolculukta karşılaştığı, kendisi için anlaşılmaz olan olayları, hadiseleri ve serüvenleri de unutmadan anlatır. İhtiyar bu genci can kulağıyla dinleyip bu olayların açıklamalarını yapar. Ve şöyle der;
“Senin yolda rastladığın ilk hadise olan buğdayı ekip hemen hasat eden ve sonra onu ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak, yaptığı iyiliklerin değerini sıfıra indirenlerin durumunu anlatır. Bunlar her şeylerini dünyada bırakmayı seven ve ahireti hiç düşünmeyenlerin de içine düştükleri gaflettir.
Taş kaldırmaya çalışan ise şunu anlatır; insanın ilk işlediği günah kendisine çok ağır gelir. Bu günahı altında ezilir. Ama ona tövbe etmeden başka günahlara dalar, bunlar da devamlı olur ve hiç pişmanlık duymadan, geri adım atmadan sürekli olarak yapmaya devam eder. O küçük taşlar devam ede geldiği günahlardır.
Koyun ve ona binenlere gelince de; Koyun cennet hayvanlarından bir hayvandır. Koyun sırtındakileri cennete taşımaktadır. İlk defa binen alimlerdir. Alimlerden sonra binenler ise, her sınıftan müminlerdir. Bunları arkasından koşanlar da inançsızlardır.” diye bu adamın gördüklerine manalar vermiştir.
Beni ademi adamlıktan çıkaran, yaptıklarını ya minnet ederek veya övgü olsun diye başkalarının ona teveccühlerini artırmak içindir. Bu durum insanı helakete götürür, Allah rızasından başka bir rızayı aramaya koyulmasına iter. Allah muhafaza, nefsin helakine sebebiyet verir. İlk hadise; Dünyanın ekin yeri olduğunu, ektiklerini biçmenin yerinin de ahiret olduğunu anlatır.
İnsana ilk işlediği çok ağır gelir. Bu ağırlığı altından kalkamaz ve ezilir veya bu duygu ile kendini yer bitirir. Yaptıklarına ses çıkarmayanlar olduğu zaman arsız olup her şeyi aşina yapmaya başlar. Bu insanlara yapılacak en büyük yardım, tövbe kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatmak ve ar damarlarının çatlamamasını, yüzsüz olmamalarını sağlamaktır.
Cennete gidenlerin arkasından herkes koşar, onlara yetişip ardalarından gitmeyi, herkes sever. İmanı olup olmamasına hacet yoktur. Kim cennetin ve nimetlerinin ne olduğunu duyarsa veya anlarsa mutlaka ona gitmeyi, kavuşmayı, mekanının orası olmasını ister.
Üstad Beddiüzzaman’ın diliyle “Bu dünya, darül hikmettir, darül hizmettir; darül ücret ve mükafat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve ahirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve ahirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal’i uhreviye ye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lazımdır. Çünkü cennet’in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, baki hükmünde olan ameli uhrevi meyvesini, bu dünyada fani bir surette yemek, kar’ı akıl değildir. Baki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.”
Mektubatlar s.551)
Selam ve dua ile …..Hatip İbrahimoğlu
Hz. - Musa ve Hızır Aleyhisselam’ın kıssası Sohbet
21 Nisan 2009, 11:43
İmtihan hakkında Kur’an-ı Azimüşşan’da çok ayetler vardır. Onlardan birkaçını verelim:
“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle, sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz”(Muhammed suresi:31)
Nasıl bir kimse olduğunuz meydana çıksın. Ben imtihan etmeden de sizi biliyorum ama imtihan ettikten sonra herkes tarafından da doğrudan doğruya görülüp bilinmesini istiyorum.
“Ey iman edenler! Allah(u- Teala) sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlama ile (onu yasak ederek) imitihan eder ki gizlice (kimsenin görmediği yerde), gerçekten kendisinden kimin korktuğunu bilsin (yani onları meydana çıkarsın) artık bundan sonra, kim sınırı aşarsa onun için elim bir azab vardır.”(Maide:94)
Giyimlerimiz imtihandır, evlerimizin şekilleri imtihandır, düğünlerimiz imtihandır, cenazelerimiz imtihandır. Bütün islamiyetin herşeyi tepeden kılana kadar hepsi imtihandır. Eğer Allah’dan korkarsanız anlaşılıyorki siz Allah’a iman ediyorsunuz. Eğer iman ediyorsanız Allah’ı bilmişsiniz demektir. Allah’ı bilende anlaşılır ki okumuş ve okutulmuştur yoksa o kişi meşe ağacı gibidir.
“Biz insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini imtihan edelim diye yeryüzündeki herşeyi kendisine mahsus bir zinet yaptık.”(Kehf suresi:7)
“O öyle yüce bir Allah’dır ki hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O Mevla ziyade izzet sahibi ve çok bağışlayandır.”(Mülk suresi:2)
Yanından bir araba geçerken imtihandasın ,hem almak için hırsa kapılıyormusun? Bir mağazanın yanından geçerken de imtihandasın? Vitrindeki küfür kıyafetlerine heves ediyormusun? Bir bahçeli evin yanından geçerken de imtihandasın.Hemen öyle her evinin olmasını istiyormusun? Ruhumuz bedenimizden ayrıldığı vakit cesedimizi nereye yatıracaklar? Bunu unutmayalım.
Bir korkulu durum mu oldu? İmtihandasın.
Paran mı gitti? İmtihandasın.
Bir dostumuz, bir akrabamız, bir yakınımız, bir komşumuz mu öldü? İmtihandayız.
Mallarımızı sel mi kapladı? İmtihandayız.
Bir kıtlık veya bir afetle meyvalarımızmı vermedi? İmtihandayız.
Hemen o zaman Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselamın kıssasını hatırlayalım:
Rivayete göre Firavun ve kabilesinin helakından sonra Cenab-ı Hak Musa (aleyhisselam)’a ben-i İsrail’in üzerlerine inen Allah’ın (cellecelalühü) nimetlerinden anlatmasını emretti.
Musa(aleyhisselam)’da beliğ yani açık bir vaaz etti. O zaman ben-i israilden birisi sordu: ” Ya Musa yeryüzünde en iyi bilen kimdir?” Hz.Musa (aleyhisselam)’da “Benim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Musa (aleyhisselam)’a vahyetti ki: “Ya Musa! Mecmaal Bahreyn (iki denizin toplandığı) denilen yerde bir kulum vardır ki senden daha alimdir”
Mevla Teala Hızır (aleyhisselam)’ ın daha alim olduğunu bildirince Musa (aleyhisselam) onu nasıl bulacağını sorar. Cenab-ı Hak’ta zenbiline tuzlu bir balık koymasını onu nerede kaybederse Hızır (aleyhisselam)’ı orada bulacağını beyan eder.
Musa (aleyhisselam) buyurulduğu üzere tuzlu bir balık aldı zenbiline koydu. Biraz da yiyecek koydu.Talebesi Yuşa (aleyhisselam)ile yola çıktı. Ve O’na dedi ki:”Balığı nerede kaybedersek bana haber ver”
Ne zaman ki Mecmaal Bahreyn denilen yere ulaştılar istirahat için orada biraz oturdular.Musa (alehisselam) bir taşı yastık ederek yattı.Orada ab-ı hayat vardı.Ondan balığa isabet edince balık canlandı venbilin içinden çıkıp denize atladı.
Bu hadiseyi Musa (Aleyhisselam) ın talabesi gördü fakat Musa (Aleyhisselam) a söylemeyi unuttu.Hazreti Musa kalkınca yola devam ettiler.Ertesi gün kuşluk vaktine kadar yürüdüler.Musa (Aleyhisselam) talebesine dedi ki:”Kuşluk yiyeceğimizi getir.Biz bu yolculuğumuz da muhakkak ki yorgunluğa uğradık.”
O zaman talebesi:”Gördün mü? O mecmaal bahreyn denilen yerde kayaya çıktığımız vakit balığa garip bir hadise oldu.Ben bunu sana söylemeyi unuttum.Balık orada canlandı, denize atladı.Acaip bir şekilde geçti gitti.”
Musa (Aleyhisselam) bunu duyunca ”İşte bizim aradığımız yer orasıdır”. dedi.Hemen izleri üzerine uyarak geri döndüler.Orada Hızır (Aleyhisselam) ı buldular.Musa (Aleyhisselam) selam verdi ve :”Sana öğretilen ilimden bana öğretmen için geldim.” dedi.
Bunun üzerine Hızır (Aleyhisselam):”Sen benimle beraber sabra kadir olamazsın.Benden zuhurunu göreceğin şeylerin zahirine bakarak itiraz edersin.Hikmetinden haberdar olmadığın bir hadiseye nasıl sabredebilirsin” dedi.
Hazreti Musa da:”İnşallah beni sabredicilerden bulacaksın, sana karşı hiçbir itirazda bulunmayacağım, hiçbir emirde asi olmayacağım.” diye cevap verdi.
Hızır (Aleyhisselam) da buyurdu ki:”Eğer bana tabi olacaksan ben sana haber verinceye kadar bana birşey sorma”.
Beraberce yürümeye başladılar.Deniz kenarında bir gemi gidiyordu.Geminin sahibi bunları ücretsiz olarak gemiye aldı.Biraz gittikten sonra Hızır (Aleyhisselam) gemiyi deldi.Musa (Aleyhisselam) buna dayanamadı: ”Ücretsiz olarak bizi gemilerine alan bir kavim, boğulsunlar için mi gemiyi deldin?Doğrusu sen kötü bir iş yaptın” dedi.
Hızır (Aleyhisselam) bu itiraza karşı:” Ben sana demedim mi ki sen, benimle beraber sabra takat getiremezsin.”
Musa (Aleyhisselam) hemen vermiş olduğu sözü hatırladı:”Unuttuğum şeyle beni muaheze etme, gafletimden dolayı beni mazur görde işimde bana güçlük çıkarma (yani şu ilim tahsilinden geri kalmayayım).” diyerek özür diledi.
Sonra yine yürüdüler.Bir takım çocuklara rastladılar.Hızır (Aleyhisselam) bu çocuklardan birisini öldürdü.Bu hadiseyi gören Hazreti Musa, Hızır (Aleyhisselam) a hitaben:”Kimseyi öldürmediği halde sen tertemiz bir nefsi mi öldürdün?Muhakkak ki pek kötü bir iş yapmış oldun.” dedi.
Hızır (Aleyhisselam) gene:”Ben sana demedim mi ki sen, benimle beraber sabredemezsin.” diye ihtarda bulundu.
Bu ihtar üzerine Musa (Aleyhisselam):”Bundan sonra eğer birşeyden daha sorarsam benimle arkadaşlık etme.Zira benim tarafımdan özre ulaşmış oldun” dedi.
Sonra tekrar yürüdüler.Bir belde ahalisine varınca onlardan yemek istediler.O memleket halkı ise onları misafir etmekten kaçındı.Derken orada yıkılmaya meyilli bir duvara rastladılar.Hızır (Aleyhisselam) onu hemen doğrultuverdi.Hızır (Aleyhisselam) ın bu yaptığıda Hazreti Musa’nın garibine gitti de ”Onlar bize yemek vermediler, misafir etmediler, isteseydin onlardan bu iş için ücret alabilirdin.Niye bunu bedava yaptın.” diye üçüncü kez itirazda bulundu.
Hızır (Aleyhisselam):”İşte bu,benim ile senin aramızın ayrılışıdır.Şimdi sana, sabretmeye kadir olamadığı şeylerin manasını haber vereyim”
Gemi denizde çalışan bir takım fakirlere ait idi.Ben onu kusurlu yapmak istedim.Zira onların ötesinde her sağlam gemiyi sahiplerinin elinden alan zorba bir melik vardı.Ben onu delmekle kusurlu yaptım, böyle zalim hükümdarın onu ellerinden almasına mani oldum.
Oğlana gelince:Babası ile annesi iki mümin idiler.Biz o çocuğun, anne ve babasını azgınlığa zürüklemesinden ve küfre düşürmesinden korktuk.Eğer o çocuk buluğa erseydi, kafir olacak ve ebediyyen yanacaktı.O hale gelmeden onu öldürdük.İstedik ki Rableri, onlara o öldürülen çocuktan daha temizini ve hayırlısını ve merhametçe daha yakınını versin.
Duvara gelince:O, şehirdeki iki yetim çocuğun idi.Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı.Babalrı da salih bir kimse idi.Rabbin diledi ki onlar büyüsünler, büluğa ulaşsınlar definelerini kendi elleriyle çıkarsınlar.
Eğer o duvar yıkılsaydı onun altındaki hazineyi bu beldenin insanları yağma edeceklerdi.Onun için o duvarı düzelttim.Bu işleri ben kendi reyimle yapmadım.Rabbim bana emretti bende yaptım.İşte bu beyan olunanlar sabrına takat getiremediğin işlerin tevili (açıklaması) dır.
Bu kıssada çok büyük ibretler vardır.Müslümanın başına ne bela gelirse o, müslümanın büyük zararlardan kurtulmasına vesile oluyor.Geminin tahtasını koparmak sebebiyle gemiyi ayıplaması, koca geminin kurtulmasına vesile olduğu gibi.Yani Allah Teala Hazretleri kullarına zarar vermez fakat zarar suretinde bir muamele eder o kadar.
Geminin tahtasının koparılması görünüşte yüzde yüz zarar fakat hakikatte ise kardır.Çocuğun öldürülmesi görünüşte zarar, hakikatte kardır.Size kötülük eden bir kimsye kızdığınız da biraz akıllı olun.Musa (Aleyhisselam) bizi misafir etmeyenlerin duvarını niçin tamir ediyorsun diye kızmıştı.Neticeyi kıssada gördünüz.
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Arif anı seyreyler
Görelim Mevla neyler
Neylerse güzel eyler
Hiç bir cüz’i şer yoktur ki külli bir hayrı koltuğuna almasın.İşte evi yandı buna benzer, çocuğu öldü buna benzer, sana ne olsa buna benzer.Ama sende iman varsa eğer.İman yoksa bu işler cazadır.İman varsa mükafattır.
(Ders Ayeti)
”(Habibim! O sabredicilere müjdele) ki onlar, kendilerine bir musibet (bela) geldiğinde:’Muhakkak biz (dünyada) Allah’ın (teslim olmuş kullarıy)ız.Ve biz (ahirette de) ancak ona dönücüleriz’ derler.”
Her mümin dünyada bazı belalara giriftar olabilir.Ancak bunda nice hikmetler bulunduğunu, verilen nimetin alınanda kat kat fazla olduğunu düşünmek lazımdır ve demelidir ki:”Verende O’dur, alan O’dur, Ben de nihayet O’nun huzuruna varacağım”
Ümmü Seleme (Radıyallahu Anha) annemizden şöyle bir rivayet vardır:Diyor ki:”Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in şöyle buyurduğunu işittim:
”Şüphesiz biz Allah içiniz ve biz ancak O’na döneceğiz.Allah’ım! Bu müsibetimde mükafatlandır.Ve O’nun yerine bana daha hayırlısını nasib et.” derse mutlaka Allah Teala, musibetinden dolayı onu mükafatlandırır.Ve yerine daha hayırlısını nasib eder.
Ümmü Seleme validemiz devamla:”Kocam vefat edince Rasulullah’ın bana emrettiği gibi dedim.Allah-u Teala Hazretleri de kocamın yerine bana daha hayırlı olan Rasulullah’ı nasib etti de beni ona aile etti.” buyurdu.
Cenab-ı Hak dersimizin son ayeti kerimesinde musibetlere sabredenlerin mükafatını beyan ediyor:
”İşte onlar (teslimiyet gösterip, istirca edenler yok mu?),Rableri tarafından salat (mağfiret, tazim ve medh-ü sena) lar ve büyük bir rahmet (lütuf ve ihsan hep) onların üzerinedir.Ve işte onlar hidayete (her doğru gerçeğe) erenlerin ta kendileridir.
Muazzam bir ders.Cenab-ı Hak cümlemize tesirlerini nasib etsin…Amin.
KUDRET CİLVELERİ
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
İçtimâi hâdiselerde vâkıalar incelenirken tek vak'aya bağlı kalınarak incelenemezler. Böyle yapılırsa ciddi hatalara düşülür. Meselâ, Hz. Musa (a.s.) misalinde Rabbimiz, "o yerde zayıflatılanlara lutfetmek", "onları önderler" yapmak, "diğerlerinin mülküne varis kılmak" istiyor. Bunun tahakkuku için Firavun rüya görecek.. ve hâdiseler, Kur'ân'da kıssalaştırıldığı gibi, peşipeşine cereyan edecek; sonuçta Rabbimiz'in murad-ı ilahi çizgisine gelecektir. Hâdiselerin ekşi yüzüne takılıp kalınırsa hata edileceği muhakkaktır.
Yine Musa (a.s.), kıssasını takip edersek, Firavun ve Hz.Musa arasında geçen zaman dilimi İsrailoğulları ile Hz. Musa arasında geçenden daha azdır. İsrailoğulları Hz. Musa'yı çok daha fazla uğraştırmışlardır. Nihai zafere ulaşmaları, aralarındaki birliği temin etmek için Tih sahrasında, kırk yıl şaşkın ve perişan dolaştıktan, Hz. Musa (a.s.) vefat ettikten sonra olmuştur.
Zira İsrailoğulları Firavun karşısında nisbî birlik duygusuna kavuşmuşken, onun boğulmasından sonra birliği zarurileştirecek maddi sebep kalmamıştır.
Bu ve benzeri Kur'ânî kıssalarda; bizlere sabır, zamanı değerlendirme, Rabbin işine karışmama; sadece kendi vazifesini yapma gibi, inananları nihaî zafere götürücü unsurlar gizlidir. Yazıda da bunlar müşahhas misallerle anlatılmıştır.
Elverir ki, Kur'ân'dan gereği gibi ibret, tarihten de ders almasını bilelim.
En büyük müfessir "zamandır" derler. Doğrusu, dar kalıplar arasına sıkışmış insan ruhu ve bir adım ötesini görmekten çoğu defa aciz insan aklı için "zaman" üzerinde durulması, tetkik edilmesi ve ibret alınması gereken mühim bir unsurdur.
Tarih bize bu imkânı bir nebze vermiştir. Yani hâdiselerin tek bir ânını değil de, başlangıç ve bitişini bütünüyle anlatmakta, aklımızı şaşkınlık derelerine sürüklemiş, onları idrâk etmedeki kısırlığımızı bize ders vermiştir. Tarihin malı olmuş hâdiselerin geçirdiği merhalelere aklen seyahat etsek onlardaki Cenâb-ı Hakkın "Kudret cilvelerini" görebiliriz. Ve belki yaza giden yolun kıştan geçtiğinin müşahedesiyle bugünümüzü de o bakış altında değerlendirebiliriz.
Evet, zaman, insanoğlunun dilinde "sabır" demektir. Kur'ân-ı Kerim bize onun ehemmiyetini Musa-Hızır (a.s.) kıssasıyla anlatır (1). İki sahife tutan bu kıssada 7 defa "sabır" kelimesi geçmiş; muallim durumunda bulunan Hızır (a.s.) defaatla Hz.Musa'ya (a.s.) sabır tavsiye etmiştir. Zaman mefhumunun sadece bir noktası olan hâli gören Musa (a.s.) onun diğer iki ucu arası olan geçmiş ve geleceği de gören Hızır (a.s.) karşısında bir türlü sabredememiştir. Yahut bir başka deyişle hâdisâtın zâhirini gören Musa (a.s.) içyüzünü gören Hızır (a.s.) karşısında tekrar tekrar itiraz etmiştir. Üç farklı hâdisenin geçmiş, gelecek ve içyüzü cihetlerini izah eden Hızır (a.s.) karşısında ise, artık diyecek bir söz bulamamış. O hâdiselerdeki Allah'ın kudretinin cilvelerini ancak o zaman anlayabilmiştir. O vak'aları kısaca düşünürsek; Hz. Musa (a.s.) Hızır'ın "gemiyi delmesi"; "çocuğu öldürmesi" ve "duvarı tamir etmesindeki" hikmetleri anlayınca ona hak vermiş, ve kendisinin meselelere tek buudlu baktığını kabullenmek zorunda kalmıştır. Oysa, zaman zaten bunları sırası gelince şerh edecek idi, takat Kur'ân'ın dediği gibi insanoğlu bir kere daha acele etmiş (İsra, 17/11) sabredememişti.
Cenâb-ı Hakk bize akıl vermekle, göstermiş olduğu cilveleri anlamamızı murâd etmektedir. İşte şâyet en büyük tefsirci olan zamanın ışığıyla geçmişe bakarsak, pek çok şer zannedilen işlerin gerçekte hayr ile neticelendiğini görürüz. Yani tarih bize: "Beğenmeyip, çirkin bulduğunuz şeyler sizin için hayırlı, beğenip sevdiğiniz şeyler de sizin için şer olabilir" (Bakara, 2/216) âyetini tefsir eder. Yeter ki hâdiseler üzerinde biraz düşünüp ibret alabilelim. Allah'ın hâdiseleri bu şekilde yaratmasının hikmetine gelince, ümitsizliğe düşmeden ve aceleci olmadan üstünüze düşeni tamamen ifa ettikten sonra neticeyi kendisinin dilediği gibi yaratacağını bize göstermek istemesidir. Hakikatte ârif olan kişi, hiçbir tazyik karşısında ümitsizliğe düşmeyip, ama her hâdiseyle Allah önünde ne kadar âciz olduğunu anlayan kişidir.
Şimdi tarihte halkasını tamamlamış bir misâlle mevzumuzu açıklayalım: Cenâb-ı Hakk (c.c.) Musa (a.s.) ile Firavunu karşılaştırmayı, inananları muzaffer, Firavunu da zelil etmeyi ezelî irâdesiyle murâd eylemiştir. Hikmetle yoğrulmuş hâdiseler bakın nasıl gelişiyor: Önce firavun bir rüyâ görüyor. Rüyâsının te'viliyle, o yıl doğan erkek çocukların hepsinin öldürülmesini emrediyor. Annesi binbir zorlukla Musa (a.s.)'ı dünyaya getirip, ilhâma binâen kalbi kan ağlayarak bir sepetle nehrin sularına bırakıyor. Sepet gide gide tâ firavunun sarayının Önünde sahile vuruyor. Firavun ve hanımı da Musa (a.s.)'ı alıp bağırlarına basıyorlar. Bakın Rabbimiz'in Kudretinin cilvelerine... Firavuna rüyayı gösteren O, anaya evlâdını nehre bıraktıran O, sepeti saray önünde durduran O, Firavunun basiretini kapatan O, hanımına çocuğu sinesine bastırarak "gözümüzün nuru, aman onu öldürmeyin, onu evlât edinir, ondan istifade ederiz" (Kasas, 28)9) dedirten O. Ve nihayet kendi öz anasını süt annesi olarak saraya sokan yine O... Bütün bu cilveler şer zannedilen, kalpleri korkuyla çarptıran hâdiselerin neticesindeki güzellikleri göstermeye yetmez mi?
Bir başka misâl... Peygamberimizin (s.a.v.) dedesi Abdulmuttalip daha gençken "şâyet on oğlum olursa birini Allah'a kurban edeceğim" diye adakta bulunuyor. Nitekim on oğlu olunca ahdini hatırlıyor ve kur'a çekiyor. Kur'a, en çok sevdiği, çocuklarının en faziletlisi, Peygamberimizin (s.a.v.) babası olan Abdullah'a çıkıyor. Gönlü bir türlü râzı olmuyor onu kurban etmeye. Ne yapacağını şaşırmış, ister istemez bitkin bir halde evlâdını kurbana hazırlanırken, Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi "Abdullah'a karşılık on deveyle kur'a çek, kur'a develere çıkana kadar devam edersin" diyor. Nihayet onuncu kur'a develere çıkıyor ve Abdulmuttalip Abdullah'a mukâbil yüz deve kurban ediyor. Şimdi bakın... Allah kâinatı Peygamberimizin (s.a.v.) yüzü suyu hürmetine yaratmış ve ezelden O'na baba olarak Abdullah'ı seçmişti. Öyleyse O, alâküllihâl yaşayacaktı. Ama, Allah O'nun kendi katındaki ve Abdulmuttalibin yanındaki kıymetini herkese göstermek istiyor, dikkatleri daha o zaman üzerine çeviriyordu. Bir diğer cilveye bakın ki, kur'a Abdullah'a çıkıyor. İstikbâlde Peygamberimizin (s.a.v.) azılı düşmanı olacak olan Ebu Leheb'e çıkmıyordu. İşte başı ve sonu itibariyle hâdiseler ne kadar farklı cereyan ediyor. Siz isterseniz bu misâlleri arttırır, Adem (a.s.)in cennet meyvesi yemesinde, Yusuf (a.s.)in kuyuya atılmasında ve daha nice kıssanın altında yatan kudret cilvelerini bulabilirsiniz.
Biz bütün bu hâdiselerin ışığında kendimize şöyle bir ders çıkarmalıyız. Evet bize düşen gayret etmek, çalışmak, hizmet etmektir. Neticenin ne olacağını ve nasıl vukua geleceğini bilmek, vazifemiz değildir. Onu ancak, zaman tefsir ettikten sonra anlayabiliriz. Oysa sabırsızlıkla, neticeyi ve olayların gelişmesini kendi isteğimiz istikametinde gelişmesini arzu ediyoruz, böyle olmayınca da -hâşâ- ya Allah'ı sorguya çeker gibi bir tavır alıyoruz ya da ümitsizlik tufanına kendimizi kaptırıveriyoruz. Halbuki Allah (c.c.) Kur'ân'da: "Kendisinin hiç bir yaptığından suâl edilemeyeceğini fakat biz kulların bütün hareketlerinde O'na karşı mes'ul olduğunu" (Enbiyâ, 21/23) ifâde etmektedir. Yani -hâşâ- bizim Allah'ı sorgulamaya, O'ndan hesap sormaya hakkımız yoktur. Allah dilediğini yapar. İşte hâdiselerin cenderesi içinde boğulmuş insan aklı, yükselip, geçmiş ve geleceği birden ihâta edemediğinden hemen itiraz etmek ister. Oysa bize düşen sabır ve ümit ile üzerimize düşeni hakkıyla yapmak, gerisine karışmamaktır.
Bediüzzaman Hazretleri Hz. İsa (a.s.) ile ilgili şöyle bir anekdot nakleder: "Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifelerini düşünmeleri lazım gelirken, Cenâb-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, hareketlerini ona binâ ederek hatâya düşerler. Edebü'd Din ve'd-Dünyâ Risalesinde vardır ki: Bir zaman Şeytan Hz. İsa (a.s.)'a itiraz edip demiş ki, Mâdem ecel ve herşey kader-i İlâhi iledir, sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin. "Hz. İsa (a.s.) demiş ki: "Cenâb-ı Hakk abdını tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? Fakat abdin hakkı yok ki Allah'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlersem sen neticede böyle yapar mısın?... İşte böyle tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakk'ın bir surette Cenâb-ı Hakk'ın Rububiyetine karşı imtihan tarzı su-i edebtir. Ubudiyete münâfidir" Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Allah'ın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlup eden Celâleddin Harzemşah harbe giderken vüzerâsı ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hakk seni gâlip edecek, O demiş: "-Ben Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedârım. Cenâb-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlub etmek O'nun vazifesidir." İşte o zât bu sırrı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."
Demek ki; bize düşen çalışmak, koşturmak ve duâ etmektir. Neticeyi yaratacak Allah'tır. Ve O, hâdiselerde dilediği gibi tasarruf eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Tâife gidip onları İslâm'a davet ettiğinde, buna mukabil O'nu taşa tuttular, mübarek ayağını kanlar içinde bıraktılar ve her türlü hakarette bulundular. Ama Peygamberimiz hiçbir zaman "Yâ Rabbi ben her türlü tehlikeleri göze alarak buraya Seni anlatmaya geldim, ama onlar beni taşladılar, ayağımı kanattılar" diye suâlvâri yani -hâşâ- niçin izin verdin tarzında duâ etmemiştir. Zira O yüce insan (sav), her zaman kendine düşeni yapar, neticeye karışmazdı. Oysa biz, maalesef, çoğu defa yaptıklarımızın neticesini hemen almak istiyor, alamayınca da ümitsizliğe düşüyoruz.
Öyleyse bütün bunların verasında bize düşen sabırla bekleyip Allah'ın Kudret cilvelerinin ne şekilde cereyân edeceğini hayranlıkla seyretmektir. Yaza çıkan yolda, kışta saplanıp kalan, güneşin doğuşuna sabredemeyip, kendine yarasalardan dost seçenin bizimle işi yoktur. Zira biz İsmail Hakkı gibi: Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" diyen, Kur'ân'ı kendine mürşit kabul eden; aczini bilen ve Cenâb-ı Hakkin Kudret cilvelerinin temâşasıyla kendinden geçenlerin safındayız.
Evet, biz geçmişten ders alırız, geleceğe o gözle bakarız. Zira biz: "Allah'ın günlerini nöbetleşe insanlar arasında gezdirdiğini" biliriz (Al-i İmrân. 3/140). Bunun ışığında neticeyi sabırla bekler, ümitsizliğe kalbimizde asla yer ayırmayız.
Ve belki de hepsinden ötesi bazı halkaların kapanmasının birkaç asır sürdüğünü bildiğimizden, üç asırlık bir uykunun ne gibi cilvelere gebe olduğunu düşünür, altındaki hikmet tecellilerini tefekkür ederiz. Üzengi öptürmüş bir milletin ahfâdı olarak ve şâirin "Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır" mısrâlarıyla ifâde ettiği hakikatin aydınlığında deriz ki:
-Ey ecdâdının sânını unutup, kendine başkalarının kapısında yer arayan zavallılar; bekleyin! Bekleyin zira ateşin berd-ü selâm olmasına, yarılan denizin tekrar kapanmasına. Yusuf'un zindandan çıkmasına vakit yaklaştı. Unutmayın, "akibet Allah'tan korkanların" (Araf, 7/128), zafer O'nun yolunda gidenlerin olacaktır!...
Notlar
1. Kehf, 18/60-80
2. Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, s.154-55.
Çirkin gibi görünen hadiselerin altındaki hikmet
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Elhamdülillâhi rabbil âlemîn velâkıbetülil müttekîn vessalêtü vessalêmü alê seyyidine Muhammedivve alê êlihi vesahbihi ecmain, alê rasulüne salevât
18. SÖZ 2. NOKTA
"Allah herşeyi en güzel şekilde yarattı" ( Secde Suresi 32:7)
âyetinin bir sırrını izah eder.
Şöyle ki: On sekizinci sözün ikinci noktasında bu ayetin izahını buluruz.
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır.
Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir,
ona hüsn-ü bizzat denilir;
veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir.
Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.
Hep deriz bardağın dolu tarafını görmek lazım
Pozitif yaklaşmak lazım
Güzel bakmak lazım
Güzele yönelmek lazım
Bunlar polyannacılık oyunları değildir.
Polyanna olumsuz kısımları yok kabul eder.
Sadece olumlu olmaya çalışır.
Ama işin aslı olan her olay, yaşanan herşey
Var edilmiş her şey zahiri olumsuzlukları çirkinlikleri olsa da
bir şekilde gerçekten güzelliğe döner, hayra ulaşır.
Bu Rahman ve Rahim isimlerinin muazzamlığının
iktiza ettiği bir durum desek yanlış olmaz.
Rabbimiz ‘‘Merhametim, rahmetim gazabımın önüne geçmiştir.’’ diye buyuruyor.
Demek biz gerçekten görmek istesek
Her olayın, her yaratılanın arkasındaki güzellikleri
Hikmetlerle vardırılan güzellikleri görebileceğiz.
Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında,
nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.
Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında,
tecelliyât-ı celâliye-i mazharı olan kış hadiselerinin tazyikinden
ve tâzibinden muhafaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan
nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber,
o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir.
Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen
pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır.
Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri,
zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.
Bu cümleyi kocaman harflerle yazıp duvara assak yeridir.
Her sıkıntılı anda okusak bize ne içinden çok şifalar çıkacak.
Zahiri çirkin görünen hadiseler içimizdeki istidat tohumlarının çatlayıp
filizlenmesi için birer vesile…
Onlar olmasa ot gibi yaşayıp giderdik.
Fark etmeden, anlamadan, yaşamadan istidatlar inkişaf etmezdi.
İşimize gelmiyor ilkin ama sonradan çok faydasını görüyoruz anlıyoruz inşallah.
Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Şems diyor ki;
''Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın.
Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir'' diye endişe etme.
Nerden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmadığını...
Birşeyler değişmeden, zorlanmadan, sıkılmadan, sıkıştırılmadan
Güzellikler ortaya çıkmıyor.
Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm (kendi keyfini düşünen)olduğundan,
zahire bakıp çirkinlikle hükmeder.
Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek
şer olduğuna hükmeder.
Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir.
Evet bu da olayın başka bir yönü…
Kendi istidatlarımızın inkişafı gibi,
dahil edildiğimiz kader programı içinde çevremizdeki
çok şeyler ile etkileşim halindeyiz ve onların yaşantılarında da etkili oluyoruz.
Ve bir cihette de yaşantılarımızın ve varlığımızın yine esmaya ayna olma cihetleri var.
Her isim inkişaf etmek ister.
Bilinmek tanınmak anlaşılmak ister.
Ve insan da onları anladıkça, ruhu beşerin en safi sevinci,
en halis süruru iman-ı billah, muhabbetullah olduğundan,
Ve muhabbet tanımakla geliştiğinden
Yine insanında huzuru, mutluluğu, sevinci bunlara bağlanmış.
Misal hastalık olmadan şafi ismi anlaşılmaz.
Allah dese ki ben rızık vericiyim ama ikramlar olmasa
yemek ihtiyacı duymasak açlık olmasa rezzak ismini anlayamayız.
Bilgimiz sadece taklit boyutunda kalır.
Ama açlığı yaşadığımızda ve rızkımız verildiğinde
O nimetin arkasındaki gerçek nimet sahibini ve nimeti bize vereni görme
bizim hakiki anlamda Rezzak ismini tanımamıza vesile olur.
Ve bu tanıma anlama ile ruhumuz da gıdasına ve huzuruna kavuşur.
Elhamdulillah der…
Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan
dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder.
Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.
Botanik ilminde ve ziraat ilmindeki gelişmelerle araştırmalarla
bu cümlenin kelime kelime ne kadar doğru olduğunu gördüğümüz gibi
yaşantımızın geneline de bu cümleleri uygulayabiliriz.
Misal çiçeklerin dallarındaki çevrelerindeki dikenler
onların bir nevi savunma mekanizmaları olarak çalışıyor malum.
Böceklerden ve çevredeki gelebilecek olumsuz etkilerden çiçeği özü korumak için.
Bizim mücehhez kahramanımız neler?
Bizim düşmanımız kimse ona göre kullanacağımız kahramanlarımız
koruyucularımız olmalı!!!
Dua her zaman bizim silahız olduğu gibi
İlim kalemi cahiliyete karşı bir diken
Ve iman nuru, dalalet karanlığına karşı bir kalkan oluyor.
Bunu şöyle de düşünebiliriz.
Güzellik korunmak ister.
Korunmazsa dağılır kaybolur bozulur.
Biz güzel olmak istiyorsak korumalı,
Güzele ulaşmak istiyorsak ta o güzelliğin çevresindeki engelleri aşmalıyız.
Hakeza bu konu farklı şekillerde farklı kapılar açabilir.
Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez.
Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder.
Meselâ, “kar“ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler.
Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler
ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Üstada bu meseleler ilhamla yazdırılmış.
Verdiği misaller rastgele seçilmiş örnekler değiller.
Bu konuların her birisi gerçekten üzerine araştırma yapıldığında
içlerinde bir sürü hikmeti barındırdığı görülüyor.
Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber,
herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden,
pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder.
Sanki dünyanın merkezi bizmişiz gibi herşeyi kendimize bakan yönleri ile
ele almanın nasıl bir gaflet olduğuna gelen vurgu...
Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir.
Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir.
Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki,
hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edep olan Kur’ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir.
Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında
gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki,
Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar;
ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki,
pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.
Başta Rabbimizin Rahmetinin ne kadar geniş olduğunu bilmek,
Ve buna iman etmek sonra o’nun hikmetlerinin sonsuz olduğuna iman etmek,
Her şeyin o’nun kudreti ile yaşatıldığı ve yapıldığına iman etmek,
Ve bizi ne kadar çok sevdiğini bilmek ve iman etmek,
Onları anlamaya götürecek…
Ve bize muazzam bir kuvvet olacaktır…
Rabbim gözlerimizin önündeki perdeleri kaldırsın.
Bizi görenlerden duyanlardan anlayanlardan eylesin inşallah
Okuduklarımızı hakkıyla anlamayı, anladıklarımızı yaşamayı
Ve yaşadıklarımızı muhafaza etmeyi nasib etsin…
Subhâneke lâ ılmelene illema allemtene inneke entel alîmul hakîm ve ahiru de'vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin, el Fatiha
Dipnotlar:
(1) Tahrim, 66:6
(2) Secde, 32:11
(3) Tefsir Ed-Dürr-ül Mensur - Suyutî 5/173- 174; Tefsir-i Ruh-ul Beyan İsmail Hakkı Burusevî 7/114
(4) Şualar, 11. Şua, 11. Mes'ele, Bediüzzaman Said Nursi
(5) Tabakât, 2:259.; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:550.
(6) Nahl, 16:61
Kaynaklar:http://www.risaleforum.net/risale-i-nur-okuma-ve-182/risale-i-nur-okuyoruz-382/sorularla-risale-i-nur-263/38908-cenab-i-hakkin-yetmis-bin.html
http://tumkitaplar.org/find/default.asp?KA=0&Sub=1&chk_BKD=&chk_TMK=&chk_HPI=0&txtFind=&cmb_Kitaplar=&SubID=196
http://www.alhassanain.com/turkish/book/book/al_hadith_and_its_sciences_library/bodies_of_hadith/mizanul_hikme_8/004.html
http://www.risaleonline.com/soru-cevap/sadece-allahin-bildigi-bes-sey
http://www.gonulsultanlari.com/detay.asp?Aid=8491
http://www.nasihatler.com/semerkand-dergisi/goz-kalbe-perde.html
http://emremmavi.blogcu.com/hadiselerin-bilmedigimiz-hikmetleri/127413
http://huseynisevda.biz/news.php?readmore=450
Devamı için olarak isra ve miraç hadisesine göz atmanızı tavsiye ederiz
0 yorum:
Yorum Gönder